Halepçe Soykırımı’nın 35’inci yıldönümündeyiz. Irak’ın faşist lideri Saddam Hüseyin’in emriyle Irak ordusu 16 Mart 1988’de Halepçe’ye yaptığı kimyasal saldırılarda kadın ve çocukların içinde olduğu 5 bin üzerinde Kürt yaşamını yitirdi. On bin civarında kişi ise saldırılarda yaralandı, yaralananlardan binlercesi hayat boyu sakat kaldı. Çok sayıda kadın hayat boyu bir daha doğum yapmadı.
Saddam Halepçe’de kimyasal silahlarla soykırım saldırısında bulunduğunda batıyla ve ABD ile yakın ve sıkı ilişkiler içindeydi.
Jeostratejik çıkarlar üzerinde menfaatlerinin sağladığı uyumun verdiği cesaret ve kendisine sağladığı hoş görüyle, Saddam Halepçe’de Kürtler üzerinde kimyasal silahlarla bir soykırım gerçekleştirdi.
Başta ABD ve Avrupa olmak üzere uluslararası güçler katliamı sessizlik içinde karşıladılar ve uzun bir süre katliamı görmezlikten geldiler.
Saddam Halepçe’de kimyasal silahlarla Kürtlere yönelik soykırım saldırısında bulunurken Türkiye ile aralarında su sızmıyordu. Kürtlere yönelik düşmanlıkta uyum ve ittifakları tamdı.
Uluslararası güçlerin Kürtlere karşı sömürgeci ulus devletlerle ortak uyumu ve sömürgeci devletlerin Kürt halkına karşı kendi aralarında ortak düşmanlık hattında buluşma ekseni Lozan antlaşmasıyla döşendi. Ve o günden günümüze dek sürdüre gelen bir zulüm, katliam ve soykırım çizgisi ve ittifakı var. Ve bu hâlâ devam ediyor.
Halepçe Soykırımı’ndan 26 yıl sonra 2014’te bu sefer de DAİŞ eliyle Şengal’deki Êzidî Kürtlere karşı bir soykırım saldırısı devreye konuldu. Gerek uluslararası güçlerin gerekse bölge devletlerinin en başında da Türkiye’nin yoğun ve süreklilik gösteren desteği olmasaydı, DAİŞ’le ittifakları ve Şengal’e saldırma yönünde bir anlaşmaları olmasaydı, DAİŞ ne o kadar büyürdü ne de Şengal’e yönelik soykırım saldırısını ve ne de Rojava’da, Kuzey ve Doğu Suriye’de işgal ve katliam saldırılarını geliştirebilirdi.
Lozan anlaşmasıyla kurulan Kürt karşıtı konsept, Kürt halkına yönelik çok sayıda katliam ve soykırım uygulamalarına yol açtı. Ve bu tür uygulamalarda bulunanlara tarihte görülmemiş imkanlar sağlandı ve Türkiye o imkanlar üzerinde Kürt halkına yönelik sürdürdüğü saldırıların ve insanlık dışı uygulamalarının haddi hesabı yok.
Sırf AKP iktidarının son 10 yıldaki saldırılarına bir göz atıldığında nasıl büyük bir vahşet sergilediği ortada.
AKP iktidarı 2018 Efrîn işgalinde Kürtleri etnik temizliğe tabi tutarak 300 bin Kürdü yerinde etti, mallarını, mülklerini ve binlerce yıllık mekanlarını gasp etti. Yerleşim yerlerine Arap çetelerini ve ailelerini yerleştirdi. İşkence, asimilasyon, kadınlara tecavüz uygulamalarıyla büyük bir vahşet sergiledi.
Benzer içerikte bir vahşeti 2019’da Girêspî ve Serêkaniyê kentlerinin işgaliyle oralarda da sergiledi.
BM Suriye Bağımsız Araştırma Komisyonu ve BM Yüksek İnsan Hakları Komisyonu raporlarında Türk ordusunun ve bağlı güçlerin Efrîn, Serêkaniyê, Girêspî’deki uygulamalarını, Kürt halkına yönelik uygulamalarını, insanlığa karşı suç ve savaş suçu niteliğinde uygulamalar olarak tanımladı.
Halepçe’den sonra da Kürtlere yönelik kimyasal saldırılar durmadı, durdurulmadı.
AKP iktidarı Güney Kürdistan’ın kırsalında kimyasal kullanmaya devam ediyor. HPG güçlerine yönelik kullanmaya devam ediyor.
Saldırılara karşı Kürt güçlerinin, sivil toplum örgütlerinin, Kürt halkının ve aydınların tüm çağrı ve girişimlerine rağmen kimyasal silah saldırılarını inceleme ve denetlemeden sorumlu uluslararası kurum ve kuruluşların sessizliği pişkince devam ediyor. Verilere rağmen gidip incelemede dahi bulunmuyorlar.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerine örülen kötülük, örülen karanlık, o kadar büyük ve o kadar katmanlıdır ki her tarafa her kurum, kuruluş ve yapıda etkisini bir biçimde gösteriyor. Görmezlikten gelmeleri tarihsel olarak Kürtlere yönelik oluşturulan örülü kötülükten ve kirli çıkar trafiğinden kaynaklı.
6 Şubat depreminde yüz binlerce insan enkaz altında kaldı. AKP iktidarı ve ordu, askeri enkaz altındaki insanları kurtarmaya sevk etmedi. Sevk etmiş olsaydılar, bugün binlerce insan hayatta olacaktı. Birkaç Kürdü, birkaç PKK’liyi, birkaç PYD’liyi öldürmeyi, enkaz altından kurtarılacak binlerce insanın hayatına tercih ettiler.
Yüzyılın felaketi denilen bir felakette askeri Kürtlere karşı saldırı nöbetinden çekip enkaza yönlendirmeyen bir zihniyet ve bir siyaset aynı zamanda devletin yüz yılık Kürt siyasetine ve Kürtlere karşı tutumunun rafine halidir.