İlham Bakır
Gerçeğin yaratıcı bir biçimde işlenmesi/yorumlanması/tanımlamasıyla ilgili olarak sanatçının tavrına dair şöyle bir soru sorulabilir: “Gerçekliği önemseyen bir yaratıcının ya da sanatçının kendi estetik kaygıları ile gerçeklik derdi arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Gerçekliğin işlenmesinde yaratıcılığın sınırları ve olanakları nedir? Bu sınırların ahlaki ve felsefi çerçevesi nasıl belirlenecektir?” Sanatçı fiziksel dünyanın ona sunduğu nesnellikler içinden, kendi öznelliği ve kendini belirleyen toplumsallık değerleri (ahlak ve vicdan) ile ondan almış olduğu olguları ya da nitelikleri zaman kavramında doğru noktaya oturtarak, şimdiki zaman içinde, şimdiki zamanın nerede durduğunu, geçmiş ve gelecek arasında doğru bir yere oturtarak ilişkilendirecek ve bunu yaparken de kendi öznelliğinden nesnelliğe ulaşmış olacaktır. Bakarken, belleğine kaydederken baktığından, kaydettiğinden etkilenir, onu etkiler kendinden bir şeyler katar, ondan bir şeyler çıkarır ve böylece karşılıklı bir etkileşimle estetik bir yapıya dönüştürür. Bu estetik yapıya dönüştürme ahlak ve vicdan gibi görecelilik arz eden toplumsal bilgi kaynaklarıyla ve hiyerarşik ve mutlakçı olmayan bir ilişkilenme biçimiyle geliştirildiği oranda hakikate yaklaşacaktır.
Her sanat eseri, bir karakterin ya da olayın ya da gerçeğin yeniden yaratılması ya da yeniden sunumudur. Aslolan, gerçeklik yeniden üretilir ve kurulurken sanat eserinin kapitalizm karşısında emekten ve doğadan, devlet karşısında halktan, merkez karşısında çevreden, erkeklik karşısında kadından yana konumlandırılıp konumlandırılmadığı meselesidir. İnsanın kendine bu kadar yabancılaştırıldığı, hakikatten bu kadar koptuğu koşullarda sanatsal üretimin gerçekliğinin özünü bu oluşturmuyorsa yaratıcılık ve estetik adına yaratılanların da bu yabancılaşmayı ve hakikatten kopuşu daha da derinleştirmekten öteye gidebileceği bir yer yoktur.
Bir bütün olarak toplumsal yaşamın hücrelerine kadar bölündüğü ve birbirine dolayısıyla her parçanın kendine yabancılaştırıldığı bir düzen gerçekliği içinde sanat bir bütünleşme arayışıdır aynı zamanda. “Bölünen yabancılaşır, yabancılaşan bölünür” kısır döngüsü içerisinden, “Bütünleşen kendini bulur, kendini bulan bütünleşir, insan bütünde kendini tanır” çıkışını yaratmaktır sanat eyleminin özü. Adorno, bütünleşme bilincinin ve güdüsünün parçalanamadığı yegane alanın sanat alanı olduğunu söyler. Öyleyse sanat öz olarak burjuva toplumun, merkezi uygarlığın yarattığı bölünmüşlük ve kendine yabancılaşma gerçekliğine yüksek sesle bir itiraz ve çevrenin, gettonun, eski köyün ortakçı değerleriyle buluşmaya bir çağrıdır. İtiraz etmeyen ve çağrısı olmayan her çeşit sanat netice itibarıyla burjuva toplum düzenine hizmet etmekten başka bir anlam üretmesi beklenemez.
Sanatsal duruşumuz, ürettiğimiz, emekçisi olduğumuz sanatsal ürünler endüstrileşen kültür ve metalaşan sanata karşı toplumsallaşan; elitleşen, bireyselleşen sanata karşı toplumun ortakçı ve eşitlikçi değerlerini savunan, modern sanat adı altında kaba ve ilkel bulunan, değersizleştirilen binlerce yıllık deneyimlerin ortaya çıkardığı ortakçı değerleri savunma üzerine kurulu kültürün cevheri özüyle buluşan; içinde yaşadığı toplumun sorunlarını tespit edebilen, çağının ideolojik güç merkezlerini, bu merkezlerin toplum üzerinde yarattığı tahribatları gören ve teşhir eden bir pozisyonda olmalıdır. Bunu yaparken coğrafyamızda yaşam bulan tüm kültürlerden, dillerden, dinlerden, halklardan gücünü alan bir örgütlülüğün yaratılması başarmanın olmazsa olmazıdır.
Haziran ayı içerisinde gerçekleştirilmesi planlanan “Demokrasi İçin Birlik Konferansı’na” sanatçıların sanat alanından doğru sunduğu, sunacağı katkı, toplumun hakikatten bunca derin kopuşuna ciddi bir itiraz geliştirme potansiyeline sahiptir.