AKP adıyla bir partinin kurulması ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara getirilmesiyle amaçlanan, “devlet vasıtasıyla toplumsal ilişkilerin neoliberal politikalar doğrultusunda yeniden düzenlenmesi”ydi. AKP kendisine verilen bu görevi -başarıyla- yerine getirmekle kalmadı; devlet aygıtını kapitalizmin mevcut koşullarına uyumlu hale getirecek biçimde dönüştürdü ve ortaya bugünkü otokratik rejim çıktı.
Cumhuriyetin AKP öncesindeki 79 yılında, iktidar partilerinden beklenen de farklı değildi aslında; iktidara her gelen Türkiye’yi kapitalizmin dönemsel koşullarına uyumlu hale getirmek için çaba gösterdi. Bu, kimi zaman tek parti olarak kimi zaman koalisyonlarla yapılmaya çalışıldı. İktidardakiler bekleneni veremediklerinde ise askeri darbeler devreye girdi. Çok partili döneme geçilen 1946’dan bu yana askeri darbelerin devreye girmediği en uzun dönem AKP’nin iktidarında geçen yirmi yılı oldu. Gerçi bu yirmi yıl içinde bir e-muhtara ile bir de darbe girişimi oldu ama her seferinde AKP, sermayeyi ve onun uluslararası temsilcilerini bu görevi kendilerinden daha iyi yapacak bir alternatif olmadığına ikna etti.
AKP’nin başarısının sırrı; özgürlüklerini elinden aldığı, yoksullaştırdığı, yoksunlaştırdığı halkı ikna etmekteki becerisiydi. Bunu yaparken dini, milliyetçiliği ve benzeri tüm toplumsal değerleri kullanarak, Cumhuriyet’in müesses nizamı haline gelmiş olan “kimlikler, inançlar üzerinden toplumu ayrıştırarak yönetme” ilkesini daha da ileri taşıdı; halklar arasındaki kutuplaşmayı düşmanlık boyutuna getirdi. Halkları birbirine düşmanlaştırmaya yönelik propagandanın gürültüsü içinde en insani değerler dahi kayboldu gitti. Sonuçta işçi cinayetlerini, kadın cinayetlerini, çocuk istismarlarını, insan hakları ihlallerini, doğa katliamlarını, uluslararası hukuka aykırı savaş yöntemlerinin kullanıldığına dair iddiaları bile umursamayan, duyarsız bir “güruh” çıktı ortaya.
AKP, 21. yılına girerken iktidarını bu güruhun desteğine dayanarak sürdürüyor. Bu destek sadece sandıkta oy verenlerle sınırlı değil. Diğer partilere oy verenler ve hatta AKP’den nefretle söz eden, bir an evvel iktidardan gitmesini isteyenler de var bu -bilinçli ya da bilinçsiz- desteğin sahipleri arasında. AKP -yoksulluk, yolsuzluk, dış politika, iç güvenlik, sağlık sisteminin çöküşü vb. konularda- ne zaman köşeye sıkışsa düşmanlaştıma propagandasının sesini yükseltip bu güruhun desteğini arkasına alıveriyor. Bu desteği vermeyenleri ise “vatan haini” ilan edip bu güruha linç ettirilirken AKP, kendini “ak”layıp yolunda devam ediyor.
7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında yaratılan çatışma ortamında milyonlarca insanın yaşadığı illerde aylarca süren kesintisiz sokağa çıkma yasakları ve sivil ölümleri üzerine bir televizyon programında “çocuklar ölmesin” diyen Ayşe Öğretmen’in ve “Bu suça ortak olmayacağız” diyen akademisyenlerin uğradığı linç, bunun örneklerinden… 2018’de Zeytin Dalı Harekatı nedeniyle “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyerek yayımladığı barışı savunan bildiri nedeniyle TTB’nin uğradığı linç de örneklerden bir diğeri. İnsan haklarına, hukuka aykırı uygulamaları haber yaptığı için gazetecilerin uğradığı linç ve bunların benzeri onlarca vaka…
Bu örneklerin ortak özelliği iktidar temsilcilerinin hedef göstermesi üzerine kendisini sadece muhalif değil; hak, hukuk, adalet savunucusu olarak da tanımlayanların, iktidar yanlılarından önce linç eylemine soyunmalarıdır.
Kimin neyi, ne kadar savunduğu ve kimin tarafında olduğuyla ilgili neredeyse turnusol kağıdı işlevindeki bu örneklerin ortak özelliği, iktidar temsilcilerinin hedef göstermesi üzerine kendisini sadece muhalif değil; -tatlı su ortamlarında- hak, hukuk, adalet savunucusu olarak da tanımlayanların, iktidar yanlılarından önce linç eylemine soyunmalarıdır.
TTB başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın Adli Tıp uzmanı bir bilim insanı olarak kimyasal silah kullanımına ilişkin kendisine sorulan bir soru üzerine fikir beyan etmesi üzerine yaşananlar, bunun son örneğidir. Ortada en temel insan haklarının ihlal edildiğine dair iddialar varken, hiçbir sorgulamaya gerek duymayan büyük güruhlar iktidarın başlattığı linç girişiminin parçası haline gelmiştir. Körü körüne linç girişiminde bulunan bu kitle içinde maalesef, Şebnem Hoca’nın meslektaşları, bilim insanı ve hekim kimliği taşıyanlar da vardır.
Milliyetçiliğin, ırkçılığın, halkları birbirine düşmanlaştıran politikaların; aklı, mantığı, bilimi ve dolayısıyla hakikatleri gölgede bıraktığı bir toplumda demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hak, hukuk vs de anlamsızlaşıyor. Barış, huzur, refah da rüyalarda kalıyor haliyle!