Emeğin adaleti derdin buna. Emeğin bir adaleti var elbet. Bak adımlarını bastığın her toprak parçası nasıl da sahiplendi seni. Ders verdiğin her genç ve yaşlı nasıl da gözyaşı döktü ardından. En inançsız ve karamsar olanlar nasıl da sahipleniyor hayallerini
Zozan Sima
Hiç yazamadım kaybettiklerimin ardından… Onlara layık cümleler bulamama korkusu mu, yazınca onların artık olmadığını kanıksamış olmak bilmiyorum ama bir duygu, alıkoyardı yazmaktan. Oysa sen yazamadan duramazdın, acını ancak böyle akıttığını söylerdin. Bu yüzen kızardın ve ‘yazmalısın, anlatmalısın, o güzel yoldaşlarla yaşadın, onların hakikatini anlatma sorumluluğun var’ derdin…
Sen büyük bir hünerle dökerdin satırlara duyduğun her sözü, karşılaştığın her olayı ve anılarını. Bir yolculuk esnasında tanıştığın güzel bir yoldaşı yazmıştın bir seferinde. Birkaç saatlik sohbetten bir roman yazabilme maharetine sahiptin, bu gurur duyduğumuz ve imrendiğimiz bir özelliğindi. Bilgisayarın tuşlarına haşince, aralıksız basardın öylesi anlarda. En hızlı bilgisayar dahi yetişemezdi o duygu akışına. Kaptırırdın kendini, unuturdun yemeyi içmeyi bitirene kadar yazıyı. Derin bir oh çekerdin bittiğinde. Hemen uzatırdın birimize okuyalım diye. Böylece ortaklaşırdı kişisel tarihlerimiz. Birlikte geçen 8 yılın ötesinde çocukluk arkadaşım, gençlik dönemimin tanığı gibi hissetmem bundan olsa gerek.
Şahadetinin dehşetini ve acısını yaşadığım ilk andan itibaren şimdi olsan ne derdin diye düşünerek hareket ettim ve tutacağım öğüdünü. Çünkü seni anlatmak, fiziki varlığını ortadan kaldıran kanlı ellerden hesap sormanın yöntemlerinden. Belki bu yüzden tüm yoldaşların taş basıp bağırlarına erkenden yazdılar, anlattılar.
Bizler ancak ağıtlarla, hikayelerle, yüzlerimize işleyen çizgilerle, gözlerimizdeki hüzünle ifade eden bir halkın çocuklarıyız. Ninnilerimiz bile ağıttır bu yüzden. Katliamların hikayelerini beşiklerimizde dinleriz ve bir gün tarihimizi öğrendiğimizde o kolektif hafıza canlanıverir.
Sen bilirdin kıymetini yaşanmışlıkların hatta kimi zaman yaşayanlardan daha fazla. Sadece kahramanlıkların da değil, aşkların, sevgilerin, duyguların, acıların, komik anların, her biri öyküye, romana, şiire, senaryoya dönüşürdü kafanda. Dünya kadınlarına ulaşması gereken mücadele sırlarının saklı olduğuna inanırdın bunlarda ki zaten öyleydi de. Bizde artık günlük yaşamın parçası olan şeylerin onlar tarafından nasıl da heyecanla karşılandığını gördüğümüzde fark etmiştik bunu. Edebiyat ve sanat çalışmalarımızın o güçlü yaşam hikayelerine, kahramanlıklara denk üretimler yapamayışı kahrederdi seni. Biraz yeteneği olan sanatçıların bu hakikatten beslenmeyişi de diğer bir handikaptı.
Kadın tarihimizin yazılmayışına, hakkını verecek şekilde anlatılmayışına, her detayının dünya kadınlarına ulaşmayışı dert olmuştu içine. Bunun için kitap projesi önerisi geldiğinde en derin anlamları sen yükledin. Aylarca tartışmıştık nasıl bir yöntemle anlatmalıyız diye. Bu tarih nesneleştirilmeden, malzemeye dönüştürülmeden anlatılmalı derdin. Duygusu, hissi ve hedefi olmayan bir anlatımın bu tarihe haksızlık olacağına inanırdın. Kadınların bilgilerini, anılarını, şarkılarını, ninnilerini, nakışlarını toplayıp Kürdistan Kadın Eserleri Kütüphanesi’ne dönüştürmek de bunun başka bir boyutuydu. Kadınların tarihini yazmanın zorlukları var elbette. Onları vakanüvislerde, devlet arşivlerinde, oryantalist ya da cinsiyetçi arkeolog ve antropologların anlatımlarında bulamazdık. O soğukluğu hissederdin yazılmış eserlerde. Egemenin ve sömürgecinin dilinin, oryantalistin bakışının, egemen erkekliğin sindiği tarih anlatımının ötesine geçmek gerektiğine inanırdın. Keşfedecek bakış açısı, anlayacak yürek olmadan tarihin derinliklerinden, kadınların kanları ve canları ile bu güne taşıdığı direniş ve tarih anlaşılmaz ve yazılmazdı.
Biz seninle benzemezdik birbirimize. Farklıydı kişiliklerimiz. Ama diyalektiğin iki ucu gibi senteze dönüşürdü düşünsel, duygusal zıtlıklarımız. Birbirini büyüten, yenileyen, güçlendiren sentezler çıkardı o farklılıktan. Bazen sen beni iterdin bazen ben seni çekerdim. Bazen biraz senden biraz benden olurdu. Ben düşünce olurdum, sen duygu olurdun. Sen hissederek ben araştırarak keşfederdim. Sonra bir kavşakta karşılaşır gibi aynı yere ulaşırdık. O araştırma yolculuğunda topladıklarımızı dökerdik ortaya, ayıklar, birleştirir ürüne dönüştürürdük. Birkaç çalışmamız o aşamada yarım kalmıştı. Çünkü yeterli olmadığını görürdük heybemize topladıklarımızın. Yeniden çıkmak gerekirdi araştırma yolculuklarına. Kitaplar, insanlar, duygular okunmalı, toprağın sesine, ağacın dallarının hışırtısına, kırık bir tarihi eserden yansıyan tarihe kulak vermek gerekirdi. Bir ağaca bağlanmış çaputta hangi dileğin saklı olabileceğini düşünmek gerekir. Bir yastığa işlenmiş nakışın, bedene nakşedilmiş bir Deq’in anlamını çözmek gerekirdi.
Çatışırdı fikirlerimiz ama sonra ikimizden de izler taşıyan bir ortaklaşmaya dönüşürdü. Farklı yerlerden bakmanın zenginliği ile aydınlanır, tamamlanırdı düşünceler. Benim görmediğim, hissetmediğimi sen hisseder, senin hesaplamadığın şeyi ben katardım yaptığımız işlere. Benim yeterince anlam biçmediğimi sen anlamlı kılardın. İnce eleyip sık dokumaktan cesaret edemediğim adımlara senin heyecanın ve inancın sürüklerdi ve adım attırırdı. Hiç olmayacak işlere böyle girdik sanki. Hakikatin bütünselliğine o kolektif çaba ile ulaşır ve paylaşırdık yoldaşlarla. Sonuçta güzel fikirler, projeler ortaya çıkardı. Bir de onları gerçekleştirme sorumluluğunu alırdık omuzlarımıza. Her seferinde bir daha yeni bir öneri yapmayalım bu işlerin altında eziliyoruz derdik de, tutamazdık kendimizi. Her sohbet yeni işe yol açardı, yorulur ezilirdik ama mutlu olurduk başarıldığında. Değerdi uykusuzluklara, bilgisayar başında tutulmuş boyunlara, baş ağrılarına, ekrana bakmaktan suyu kurumuş gözlere.
Önce bir ceviz ağacımız vardı daha sonra üzüm dallarının gölgesine kurulmuş sandalyemiz, daha sonra bir köy evi ve en son da ikinci el kırmızı masamız oldu akademimiz. En güzel felsefi, düşünsel tartışmalar ve fikirler oralarda filizlendi. Jineoloji akademisi bir bina değildi. İsmimiz akademiydi, 2015 yılında yapılan konferansta kendimizi akademi olarak örgütleme kararı almıştık. Yazılarımızda ve TV programlarında, katıldığımız konferans ve panellerde kendimizi jineoloji akademi üyeleri olarak tanıtırdık. Sizin akademiniz nerede diye sorduklarında ise muzip bir gülümseme yerleşirdi dudaklarımıza. Çünkü bir binası yoktu o akademinin. Çatısız akademiydi. Her mekan jineoloji akademisine dönüşürdü bir anda. Bir akademi binamızın olmayışının zorlayıcı yanları da vardı elbette, lakin sonra anladık ki böylesi daha anlamlı ve üretken kıldı bizi.
İşlevsel bir akademiydi bizimkisi hâlâ da öyle. Ceviz ya da üzüm ağacının ya da en son o kırmızı masanın etrafında yapılan sohbetlerin tadı damağımızda kalırdı. Yanımıza gelen misafirler de aydınlanırdı o sohbetlerden. Sosyolojik, tarihsel bilgiler, sanat eleştirileri, okunmuş kitaplardan alıntılar, çözümlemeler, siyasal analizler ve jineolojiye dair ne varsa dile gelirdi çatısız akademi mekanlarında. Hemen birimiz araştırır, öbürü belgeye dönüştürür, bir diğerimiz çalışma planı çıkarır ve başlardık yapmaya. Jineoloji dergisi bir ceviz ağacı altında, Jinwar üzüm ağacının gölgesinde, Rojava sosyolojik araştırması bir köy evinde, Kürt Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Xwebun-JinArt projesi kırmızı masa sohbetinde şekillenip projeye dönüşmüştü. En zor kısmı ise bu düşünceleri paylaştığımız kişilerde aynı heyecanı uyandıramamaktı. Sen o konuda çok yetenekliydin o kadar inançlı anlatırdın ve anlam yüklerdin ki şakadan da olsa ‘sanki çok abartılı oldu Nagihan’ derdik. Ama ben inanıyorum derdin. Böylesine karamsar ve gerçekçi bir dünyada ütopyaların yaşamsallaşacağına inanları bulmak zordu. Sıradan görülen, üzerinden geçilip giden şeylere anlam yükleyişimiz, orada sırlar arayışımız belki de anlamlı gelmezdi insanların büyük bölümüne. Bilirdik ki birçok şey koşulları ve imkanları olmadığından değil, inanç ve motivasyon eksikliğinden gerçekleşmezdi. İktidarcılık tıkardı yolları, çalışmaları. Bunu en iyi bilenlerden ve acısını çekenlerdendin.
Üretim ve başarıyla sonuçlanmadığında yapılmış en basit şeye dahi günlerce kafa yorardın ne yapayım diye. En iyisi olsun diye bazen sıfırdan başlardın, ama sonuçta bir işe el attın mı en güzelini ve anlamlısını yapardın. Birçok insanın ve çalışmanın yüzeysellikle eleştirildiği bir dönemde kimse sana ve yaptığın işlere bunu söyleyemezdi. Cesurca ve kaygısızca atılırdın öne. Zorlana zorlana yürüsen de, düşüp kalksan da çıkardın zirveye ve gözünü dikerdin bir başka zorlu yola. Birkaç cümle vardı hayat felsefeni özetleyen; ‘anlamlı yaşam’, ‘kaybedileni kaybettiğin yerde aramak’ ve ‘emeğin adaletine güvenmek.’
Seninle arkadaşlık yapmak zordu ama çok güzeldi. Asla özel ve mülkleştiren bir ilişki olamazdı. Buna kızardın. İlişkilerin kollektifleşmesi sancılarını ve doğru yoldaşlıkların ancak Xwebun olabilmiş insanlar arasında gerçekleşebileceğine dair sohbet etmiştik şahadetinden iki gece önce. Özgür iradeli olanla sınırsız yoldaşlık yapılır demiştin. Çünkü bizler mücadele yoldaşıyız, kız kardeşler ya da sırdaşlar değiliz. Bizim yoldaşlığımız farklı olmalıydı, öyle olması için de çaba harcadın. Birbirini özelleştiren, mülkleştiren, değiştirip dönüştürmeyen arkadaşlıkların sağlam olmadığına inandın. Sende arkadaşlık, yoldaşlık, dostluk sınırsızlık, fedakarlık, emek ve üretim isterdi. Bunlar sadece benimle olan ilişkinde değil, seninle bağ kurmuş yarenlik etmiş herkeste yansımasını bulurdu. Sen herkesle o hakikat yoldaşlığını yakalamak için uğraştın, arayışın, çaban bunun içindi.
Herkesin dili çözülürdü senin yanında. Sırlarını emanet edecekleri, manevi hazinelerini paylaşacakları en güvenilir kişiydin. İnsanların birbirini 5 dakikadan fazla dinlemeye, anlamaya tahammül etmediği bir çağda dertli bir anneden, sevdiğine darılmış bir kadına, nereden başlayacağını bilmeyen bir sanatçıya, sokakta tanıştığın herhangi birine, küçük bir çocuktan yaşlıya herkesi hissederek dinlerdin. Bir de onların acı ve dertlerini taşırdın yüreğine. O dertlere derman olmak için çırpınırdın. Kaç kez başımıza işler açmışlığın, incinmişliğin olmadı değil bu yüzden. Ama her şeye rağmen derin bir sevgi beslerdin insanlara. Başka türlü yapamam derdin. Çözümsüz, çaresiz kalmalarına izin vermezdin. En ince ayrıntıları düşünür, yön verir, güç verir bazen de kıran kırana çatışırdın. Mücadeleye sevk etmeyen, yaşama akmayan ilişkileri sorgulardın. Ama kopmazdı sende ilişkiler. Kızgınlıkların, kırgınlıkların dahi en çok seni incitirdi, dostlarını değil. Senin eleştirilerin güç verirdi, kavgaların tavırların çeki düzen verirdi etrafına. Kaygısızca söylerdin sözleri, çünkü kaygılı, hesapçı ilişkiler esasta iktidar tohumları taşır derdin. Ne boyun eğer, ne de iktidar olurdun ilişkilerinde. Emeğin adaleti derdin buna. Emeğin bir adaleti var elbet. Bak adımlarını bastığın her toprak parçası nasıl da sahiplendi seni. Ders verdiğin her genç ve yaşlı nasıl da gözyaşı döktü ardından. Kapısını çaldığın herkes nasıl da sarsıldı seni kaybetmenin acısıyla. En inançsız ve karamsar olanlar nasıl da sahipleniyor ve hayallerini gerçekleştirme sözü veriyorlar, keşke görebilseydin…
Hakikatin dili şiirdi sende. Başucundan ayırmadığın Füruğ Fahruzad kitabı kutsalındı adeta. Nereye gitsen mutlaka bir kitabını bulup yatağının başucuna koyardın. Bunu bilirdi dostların ve her dönem bir kitabını gönderirlerdi. Defalarca okumuştun, yazılarında onun dizelerinden bir alıntılar olurdu. Gülten Akın ve Didem Madak da vardı tabii. Sonra Şerko Bekes eklendi, Nali eklendi ve daha birçok Kürtçe şiir ve şairi okumaya başladın. Ne çok severdin okumayı ve bir o kadar da yazmayı. Şiir, hikaye, roman ve kuramsal yazılar, siyasi yazılar, yoldaşlarına yazdığın mektuplar, projeler daha niceleri. Okuduğun her yazıyı paylaşırdın. Mutlaka okuyun ne güzel yazmış derdin.
Gece yarısı ya da sabahın seher vaktinde uyanırdık senin bilgisayarının tuş sesleriyle. Bazen doğum sancısı çekercesine yazılırdı en güzel yazılar. Bazen çağlayanlar gibi akardı. İyi ki de yazmışsın. Çünkü bizler ne yazsak, anlatsak da seni senin ifade ettiğinden daha güzel ve iyi anlatamayız… Ne kadar çok şey varmış daha anlatacak. Bak gördün mü yine yaptın yapacağını ve beni yapmaktan korktuğum, çekindiğim şeyi yapmaya zorladın. İlk kez yazmış oldum bir yoldaşımı; üstelik de ruhumun yarısı, canımdan bir parçanın kopması gibiyken hâlâ kabullenmekte ve inanmakta zorlandığım şahadetin…
*Yeni Yaşam Kadın Eki’nde yer alan tüm yazılar için tıklayınız