Kadın bedeninin, kadına ait olan bilginin -dolayısıyla yaşama ve topluma ait olan bilginin- ve donanımın parçalanması, soyutlanması ve tersyüz edilmesiyle karşı karşıyayız. Adına hakikatin tecrit edilmesi de diyebiliriz belki
Suzan Akipa
Varoluşa yönelmiş bir tahakküm tekniği olarak tecrit sürecini, bugün belki bir kez daha konuşmakta fayda var. Evet süreç olarak belirtiyoruz, zira çok köklü bir tarihi var, hala ısrarla devam eden.
Varlığı izole etme, soyutlama, parçalama ve parçalarken de aynı zamanda karşıtına dönüştürme arzusu, çabası ve hatta edimi; temelde neyi hedefler, hangi araçlarla gerçekleştirilir, nasıl icra edilir ve elbette ki bu mekanizmaya karşı direniş nasıl şekillenir soruları hala çok güncel. Hala sormamız gereken ve cevaplamamız gereken sorular. Belki bütün bu sorulara bu yazıda uzun uzun cevap vermek biraz zor olabilir, ama jineolojî düşüncesi etrafında temel olarak sorduğumuz bir şey olduğuna inanıyorum: Bu soru ve cevapların içinde kadın kimliğimizi, kadın olarak varlığımızı nereye konumlandıracağız? Çünkü şunu da biliyoruz, sorunu tanıdığımız ve tanımladığımız oranda, çözüme daha doğru temelde yaklaşabiliyoruz. Çünkü kadın varlığını tanımladığımız oranda, kadın varlığıyla paralel olan toplumsal varlığı da daha doğru temelde tanımlayabiliyoruz.
İçinden geçtiğimiz şu günlerden çok daha eskiye, tarihin derinliklerine indiğimizde, mitos çağına gittiğimizde hala kaybolmamış bir hakikati görüyoruz. İnsanlığı doğuran, doyuran, ekonomiyi örgütleyen, buluşları ile toplumu tedavi eden, toplumsallığı büyüten ve dolayısıyla toplumsal yaşamın bilimini, bilgisini üreten en temel öznenin kadın olduğu gerçeği, bir kez daha apaçık karşımıza çıkıyor. Ve bu bilginin, kadının bilgisinin, yaşamın bilgisinin erkek tarafından nasıl da gasp edilmeye, silikleştirilmeye ve görünmez kılınmaya çalışıldığını görüyoruz. Tıpkı toplumsal yaşamın yasaları olan 104 ME’nin Enki tarafından İnanna’dan çalınması gibi… Ve İnanna ile birlikte bütün toplumdan çalınması gibi… Tıpkı yaşamın bilgisini taşıyan ve temsil eden Tiamat’ın bedeninin Marduk tarafından parçalanması gibi… Bir anlamda; kadın bilgisi ve kadın bedeni, toplumdan ve yaşamdan tecrit ediliyor.
Bir zamanlar ve hâlâ; özelikle doğurganlık yeteneğiyle büyük ve anlamlı bir konum yakalayan ana-kadının, toplumsallığın üreticisi olan kadının bugün ise sistematik olarak katledildiğini görüyoruz. Her gün katlediliyoruz. Beş bin yıldır katlediliyoruz. Bütün toplum katlediliyor. Yaşam katlediliyor. Savaşlar, ordular, dinler, devletler an be an “ölüm” olgusunu pompalıyor zihinlerimize ve bedenlerimize. “Ölüm” olgusuna endeksli bir yaşam, reva görülüyor bize. “Doğum” olgusuna karşı “ölüm” olgusu, almış başını gidiyor. Feminist felsefenin de tartışmaya açtığı gibi; sanki, “doğum” olgusunun kendisi ve “doğurabilme” özelliği, bütün sonuçları ile birlikte toplumdan saklanmaya, üstü örtülmeye, zihinlerden silinmeye çalışılıyor gibi… “Doğurabilme” özelliğini kadından (ç)alamayan akıl, “doğurabilme” özelliğinin kendisini tecrit ediyor gibi…
Yani kadın bedeninin, kadına ait olan bilginin -dolayısıyla yaşama ve topluma ait olan bilginin- ve donanımın parçalanması, soyutlanması ve tersyüz edilmesiyle karşı karşıyayız. Adına hakikatin tecrit edilmesi de diyebiliriz belki. Hakikat bir kez tecrit edildi mi, sonrası gelişen bütün saldırı biçimleri -hem bireye hem topluma yönelik gerçekleştirilen bütün saldırı biçimleri- hakikate yönelmiş bu tecridin yeniden yeniden inşası ve daha da derinleştirilmesi içindir.
Kadın kimliğinin toplumsal hafızadaki canlı, dinamik, üretken varlığı ve bu varlığın yarattığı bütün toplumsal ve yaşamsal değerler, diğer bir deyişle kadın hakikati dediğimiz şey; yok edilebildiği ve parçalanabildiği oranda, hafıza dışına itilebildiği oranda, itibarsızlaştırılabildiği oranda yaşam da bir o kadar yok edilmeye mahkûm kalır. Çünkü tecrit, en öncelikli olarak zihinlerde inşa ediliyor ve buna bağlı olarak toplumsal yaşamda kurumsallaştırılıyor.
Tam olarak bu sebeple kadınlar olarak varlığımıza dair hakikatin peşine düşme ve peşine düştüğümüz bu hakikat algısını büyütme, büyütürken de aynı zamanda toplumla buluşturabilme belki de zihnimizin, bedenimizin ve toplumsal varlığımızın tecrit edilmesine karşı verebileceğimiz en güçlü cevap olacaktır.