Hakikat tecrit edildikçe yalan onun yerine yerleşir. Tecrit, yalanla yaşama uygulamasının adı olur. Yalanla yaşayan toplum, hasta toplumdur. Bunun için hakikatin tecrit edilmesine karşı mücadele, toplumun sağlıklı olmasının mücadelesidir
Mesut Yurtsever*
Adorno “Minima Moralia” adlı eserinde “Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi” der. Bu sözleri 1945 yılında faşizmin tüm Avrupa’yı kasıp kavurduğu, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa ve Sovyetler Birliği’ni viraneye çevirdiği, başta nükleer ve kimyasal her çeşidi olmak üzere her türlü silahın kullanılarak milyonlarca insanın öldürüldüğü bir sürecin atmosferinde dile getirir. Bu sözlerle, dönemin siyasi, kültürel ve akademik çevrelerin hakikatleri nasıl tersyüz ettiğini ve çarpıtılmış bu “gerçeklik”lerle yeni bir döneme girilme arifesinde olduğunu ifade etmek ister. “Dönemeç” kavramını bu anlamda kullanması da bunun göstergesidir.
Savaş zamanları her şeyin misli ile yoğunlaştığı, yoğunlaştırıldığı an’lardır. Savaşların asıl nedenlerinin üzerini örtmek için her türlü yalanın en çok üretildiği ve birer hakikat gibi piyasaya sürüldüğü süreçlerdir. Toplumsal bilinçlerin farklı zihni-hissi olgularla (örneğin dincilik, mezhepçilik, milliyetçilik, vatanseverlik, şehadet vb.) uyuşturulup zehirlendiği dönemlerdir. Bu zihni, hissi olgular hem perdeleme görevi görür hem de hakikat kılıfı giydirilerek bilinç ve duygu dünyalarına yedirilir. Bu açıdan hakikat ile yalanın en yoğunlaşmış ve en hızlı bir şekilde yer değiştirdiği süreler savaş zamanları olsa da bu yer değiştirmenin bir tek zaman aralığının savaş süreçleri olduğu anlamına gelmez!
Adorno 1945’lerde bu sözleri söylerken kuşkusuz bir hakikati dile getirir. Fakat bu “fark ediş”ten yola çıkıp bunu bir “dönemeç” veya “yeni bir döneme evrilme” anlamına gelebilecek şekilde ifade etmesi, geç farkına varan bir ruh halinin öznel bir yorumu olarak okumak daha doğru olur. Bir “dönemeç” tespitini kabullenmek, öncesinde hakikat ile yalanın hiç yer değiştirmediği, İkinci Dünya Savaşı ile buna sapıldığı anlamına gelecektir.
Yalanla yaşamak ya da yalanın hakikat kılıfı giydirilmiş bir olgu olarak toplumsal yaşama dahiliyeti ataerkil kültür etrafında, iktidar ve devlet olgularının şekillenmesi ile başlar. Bu açıdan “hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü” dönemeç 1945’lerden çok önceye hem de binlerce yıl öncesine taşınır. İktidar-devlet etnisitelerinin toplumsal birer olgu olarak gelişmeleri, hakikat ve yalanın birbirinin yerine ikamesinin gelişiminin de başlangıç ifadesidir. Bu tersyüz etme sürecinin gelişim düzeyi, iktidar-devletin zaman ve mekandaki derinliği ve gelişmesine paralel olur. Zamanda derinlik, mekanda genişlik bir süreklilik olarak günümüze doğru geldikçe kümülatif bir “tersyüz” etme sistemi veya olgusuyla karşılaşırız. Günümüz kapitalist modernist sistemi, bir “tersyüz” etme sistemi olarak ifade edersek yanlış olmayacaktır. İlk ve Ortaçağ’ı “maskeli yalanlar”ın hakimiyetini icra ettiği dönemler olarak tanımlarsak kapitalist modernite de “maskesiz yalanlar”ın hükmünü serimlediği dönem olarak karşımıza çıkar. Paradoks veya çelişki gibi görünebilir. Ama, yalanın en maskesiz bir şekilde yaşam bulduğu zaman, maskesiz yalanların dönemi olarak tanımladığımız kapitalist modernitedir. Bu açıdan kapitalist modernist sistemde “hakikatin yalan, yalanın hakikat” olduğu gerçekliğinin en az idrak edildiği dönemdir.
Kapitalist Modernite ve tecrit
Toplumsal yaşam, kapitalist modernite hegemonyası altında hukuk ile ahlaki-politik dokuları; bireycilik ile sosyal dokuları; endüstriyalizm ile üzerinde varlıklaştığı-geliştiği mekansal yapıları; liberalizm ve onun ideolojik varyantları olan dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve bilimcilik (pozitivizm) ile düşünsel-zihni yapıları asit gibi aşındırarak çürütmeye ve nefes alamayacak hale getirmeye çalışır.
Toplumun ahlaki-politik dokuları aşındırıldıkça, toplum politik hafıza yitimi ile karşı karşıya kalır. Politik hafızanın yitimi “kuram ve kural gücünden yoksun olmayı” bu da her türlü tahakküm, asimilasyon, sömürgecilik ve soykırıma açık hale gelmeyi ifade eder. Hukuk, bu anlamda kapitalist modernite sisteminde eşitlik, hak ve adaleti tesis etmekten öte, öz görevi toplumun bir nevi maddi ve manevi özsavunma gücü olan ahlak ve politik hakikatlerinden arındırmaktır. Bu hakikatlerin işlevsel olmasını önlemedir. Toplumu, bunlardan soyutlamadır. Hukuk, ahlak ve politikayı toplumdan tecrit eder.
Ahlaki-politik alanda hukukun oynadığı rolün benzerini, bireycilik sosyal alanda oynar. Kapitalist modernitenin geliştirdiği bireycilik, anti-toplumsal karakterlidir. Kendini doğrunun merkezi görme, amaçları için her aracı kullanmayı mübahlaştırma, çıkarları için her şeyi (maddi-manevi) nesneleştirme, kendi dışında hiç kimseyi düşünmeme, dayanışmadan uzak egoistlik bu bireyin temel özellikleridir. Bireycilik, bir toplumsal dokuda geliştikçe toplum sosyal olarak dağılmaya, komünal özünü yitirmeyle karşı karşıya kalır. Bireycilik, özünde bireyi topluma karşı sorumsuz kılmadır. İktidar-devlet düzlemi için iğdiş etmedir. Bireyciliğin gelişme düzeyi, ulus-devlet iktidarının toplumun tüm gözeneklerine taşınma düzeyinin göstergesidir. Bireycilik bu anlamda, mikro-iktidarcılıktır.
Kapitalist sistem asla boşluk bırakmaz. Farklı ideolojilerin araya sızmasına müsaade etmez. Mücadele alanına dahil olan farklı ideolojileri dönüştürme, kendine dahil etmede üstüne yoktur. Bu açıdan da tarihte hiçbir ideolojik tekel liberalizm kadar zihinlere yönelme, onları etkileme, kendine bağlama ve bir o kadar da onları uyuşturup felç etme gücüne sahip olmamıştır. Toplumsal yaşamı ve hatta tüm boyutlarıyla doğayı içinden çıkılmaz binbir sorunla yüz yüze bırakmasına rağmen hâlâ en albenili ideoloji olarak neo-biçimleriyle hükmünü icra etmesi bunun örneğidir. Liberalizm salgıladığı virüslerle (dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, bilimcilik, bireycilik, şiddet vb.) bedene zerk edilen afyon gibi zihinleri sadece yalan, sahte, sanal, simüle olgularla uyuşturmamakta; metamorfoza uğratarak kendine benzeştirerek bağımlılaştırır. “Dincilik yoluyla kapitalizm öncesi toplum vicdanını kontrol etmeye çalışırken milliyetçilik yoluyla ulus-devlet vatandaşlığını, kapitalizm etrafında gelişen sınıfsallıkları kontrol edip denetim altında tutar. Cinsiyetçiliğin hedefi, kadına nefes aldırmamaktır. Hem erkeği iktidar hastası yapmak hem de kadını tecavüz duygusu altında tutmak cinsiyetçi ideolojinin etkili işlevidir. Pozitivist bilimcilikle akademik dünyayı ve gençliği etkisizleştirirken sistemle bütünleşmekten başka seçeneklerinin olmadığını tavizler karşılığında sağlama alır.”
Kapitalizm kendi zihinsel etki alanına girmeyen, girmemekte ısrar eden ya da dışına çıkıp kendini, toplumsallığını oluşturmaya çalışanlara da ölümün çoklu yüzü olan izolasyon, tecrit, kapatılma, çürütme veya öcüleştirme çerçevesinde mahpushane, hastane, tımarhane, kerhane ve de mezarhane politikalarını devreye sokar.
Bu noktada İmralı Adası’nda bir çeyrek asırdır uygulanan mutlak tecrit olgusunu ele aldığımızda nasıl bir gerçeklikle ve hangi hakikatlerle karşılaşırız?
Birinci hakikat:
Kürt kapanına dokunursan, modern tanrıların gazabına uğrarsın.
İki yüzyıldır oluşturulan bir kapan var. Uluslararası güçlerin iki yüzyıldır bir kullanım malzemesi pozisyonunda tuttuğu bir toplumu ayakları üzerinde durma gücüne kavuşturmanın ve onları varlıklarını koruma ve özgürlüklerini sağlama noktasında yürüme kararlılığına sahip bir özne noktasına taşımanın hedefi Tanrılar panteonunun Prometheus’u Kafkas kayalıklarına zincirlemesi misali küresel iktidarcı güçlerce Çağdaş Prometheus’u İmralı kayalıklarına zincirlemesidir!.. Toplumu kendi hakikatleri ile buluşturan düşünsel ve pratik edimin karşılığı İmralı kayalıklarıdır.
İkinci hakikat:
Hakikat tecrit edilmeden, toplumlar tecrit edilemez, kullanımlık hale gelemez!
İmralı Adası’nda tecride tabi tutulan duruş, özde ve biçimde varlıksallaşan ve özgürleşen toplumun tüm manevi (zihni, düşünsel, ideolojik vb.) ve maddi (kurumsal vb.) hakikatleridir. Kadim zamanlarda nasıl ki ME’ler gasp edilip ateş el konulup toplumdan tecrit edilmişse, Adadaki Abdullah Öcalan’ın duruşu şahsında da toplumun öz hakikatleri tecride tabi tutulur. Hakikatler toplumların soy değerleridir. Soy değerlerinden koparılan bir toplumun kendine yabancılaşacağı ve de sistemin ideolojik yönelimleriyle kontrol edileceği saikiyle, duruş kesintisiz bir tecride maruz bırakılır.
Üçüncü hakikat:
Öcalan üzerindeki mutlak tecrit, sistemden mutlak kopuşun işaretidir. Bir çeyrek asırla beraber tecridin mutlak aşamasına çıkarılması, Duruş’un özelde kapitalist modernist sistemden, genelde tüm iktidarcı-devletçi uygarlığın manevi-maddi değerlerinden sonsuz kopuşun gerçekleştirilmesine verilen cevabın göstergesidir. Duruş, kendini zihnen ve bedenen alternatif bir paradigma haline getirince demokratik bir uygarlık ve moderniteyi kavramsal, kuramsal ve kurumsal çerçeve de oluşturdukça bunlara dayalı demokratik, kadın özgürlükçü ve ekolojik bir toplumu ete kemiğe kavuşturdukça tecridin en üst evresiyle, mutlaklık aşamasıyla karşılaşırız.
Dördüncü Hakikat:
Öcalan üzerindeki mutlak tecrit sistemi, çaresiz intikamdır. Mutlak tecrit sistemi, Çağdaş Prometheus’un kendinde başlatıp Ortadoğu’nun göbeğinde geleceğin değil, alternatif toplumu anbean, günlük yaratılmasını durduramama karşısında içine düşülen aczin ve çaresizliğin sonucudur.
Beşinci Hakikat:
Mutlak tecrit sistemi, demokratik toplum unsurlarının günahlarının kefaretidir. Mutlak tecrit sistemi aynı şekilde demokratik toplum birimlerinin kendi hakikatlerini de ifade eden, demokratik modernite kuramını büyük bir sorumluluk ve ciddiyetle, yerinde ve zamanında yetkince zihinsel ve bedensel bir temsil gücüne kavuşturamamalarının bedelidir.
Altıncı Hakikat:
Tecrit edilen birey değil toplumdur. Onun değerleridir. Duruş şahsında tecrit edilen bir kişi değil, başta kadın ve gençlik olmak üzere köylüsü, emekçisi, kentlisi, aydını, öğrencisi, sanatçısı farklı dinsel, dilsel, kültürel topluluklar olmak üzere bir bütünen demokratik toplum unsurları ve de onların hakikatleridir.
Yedinci Hakikat:
Hakikatleri yaşama ve yaşatmaktır. Tecride karşı cevap bir cezaevi uygulamasına karşı bir cevap değildir. Tecride karşı cevap, bir ayağı “sonsuz kopuş” ile iktidarcı-devletçi uygarlığını temsil eden kapitalist moderniteye ve onun resmi ideolojisi liberalizme karşı duruş iken öteki ayağı başta kadın ve gençlik olmak üzere, demokratik toplumcu güçlerin tümünün, mutlak tecridin esas yöneliminin kendi varlık ve özgürlükleri olduğu bilinciyle, Çağdaş Prometheus’un kararlılığıyla, mutlak tecride tabi tutulan hakikatlere sarılma, onları yaşama ve yaşatmadır.
Sonuç olarak yaşadığımız ülke ve Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere dünyanın bütün ülkelerinde az veya çok, yaşanan toplumsal, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik vb. alanlardaki kriz ve çürümelerin ve aynı şekilde doğanın sayısız mikro-makro ölçekli ekolojik kriz yaşaması, Adorno’nun tabiriyle “hakikatin yalan, yalanın hakikat” gibi yaşanmasının sonucudur. Bireysel düzlemde yalan nasıl ki ruhu hiçleştirip çirkinleştirirse toplumsal düzlemde yalanla yaşamak da toplumu çok yönlü kriz ve çürümelerle baş başa bırakır!
Hakikat tecrit edildikçe yalan onun yerine yerleşir. Tecrit, yalanla yaşama uygulamasının adı olur. Yalanla yaşayan toplum, hasta toplumdur. Çirkin ve köle toplumdur. Hakikatle yaşayan toplum, sağlıklı toplumdur. Özgür, güzel ve sevilir toplumdur. Bunun için hakikatin tecrit edilmesine karşı mücadele, toplumun sağlıklı, güzel, özgür ve sevilir olmasının mücadelesidir.
*Demokratik Modernite Dergisi’nin “Tecrit ve Toplum” dosya konulu 41. sayısından kısaltılarak alınmıştır.