Futbol oynayanlar bilir: hakem düdüğünü çaldıktan sonra, haklı olunsa bile yapılan tüm itirazlar beyhudedir. Taraf tutan bir hakem göz göre göre ofsayttan atılan golü geçerli saysa da takımınızın yapması gereken tek şey, moralin bozulmasına izin vermeden kazanmak için mücadeleye devam etmektir. Maç kaybedilirse eğer, hatalardan öğrenip bir sonraki maçı kazanmaya odaklanmak gereklidir. Çünkü lig bitmemiş, devam etmektedir. Hatta lig maçları bitmiş, alt lige düşülmüş olsa bile, yeniden muzaffer olmanın tek anahtarı mücadele etmektir.
Geçen hafta Türkiye’de gerçekleştirilen seçimler demokrasiden, barıştan, emekten, özgürlükten, eşitlikten yana olanları – örnekte kalmaya devam edersek – beklenmedik anda gol yiyen takıma benzetti. Ama “maç” henüz bitmedi, ikinci devre devam ediyor. Yani “maçı” almak için hâlâ fırsat var. O nedenle enseyi karartmamak, canla başla mücadeleye devam etmek gerekir.
Peki, ya “maçı” sahiden kaybedersek? Moralimiz bozulacak, zorlaşan koşullarla karşı kalacağız elbette. Ancak “lig” bitmemiş olacak, dünya dönmeye devam edecektir. Nihâyetinde böylesi bir olasılığın söz konusu olacağını biliyorduk. Zaten hukuksuzluk ve adaletsizlik, diktatörlük ve savaş koşulları altında eşit olmayan bir seçim müsabakasına başlamıştık. Dahası değişim sağlayacağını umarak destek verdiğimiz aktörlerin hemen iktidarın düşmanlaştırıcı, ayrımcı ve kutuplaştırıcı söylemine ortak olabileceklerini, milliyetçileştirilmiş toplum çoğunluğuna kendilerinin “daha milliyetçi” olduklarını kanıtlamaya çalışacaklarını önceden öngörmüştük. Neticede üçkâğıtçılıkla, hırsızlıkla, zorbalıkla “maçı” almaya çalışanlar ile onlara özenenler karşısında yalnız olduğumuzu önceden de biliyorduk.
Gene de kötünün iyisini desteklemeye devam edeceğiz, çünkü kötünün iyisinin kazanması, kendi “takımımıza” avantaj sağlayabilir. Bazen oynamadığımız “maçların” sonucu da bizi etkiler. O nedenle 28 Mayıs’ta değişim için uğraş vermeye devam edeceğiz – her ne kadar bundan itibaren sürekli “rakip sahada oynamaya” zorlanacağımızı bilsek de. Çünkü bildiğimiz başka bir şey var, o da tarihin yanımızda olduğudur. Tarihin ileriye doğru dönen tekerleklerini geri döndürmeye kimsenin gücü yetmez, en fazla yavaşlatabilirler.
Geçen hafta salt seçimlerle her şeyin çözülemeyeceğine işaret etmiş ve seçimlerden sonra, bilhassa Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimcilerin “ne yapmalı” sorusuna basiretli bir yanıt vermek zorunda olduklarını ve seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bizleri asıl hedefe yönelik mücadeleyi örme görevinin beklediğini yazmıştık. Nitekim bugün bu daha belirgin bir şekilde önümüzde durmaktadır.
Şu doğru: bu “maçta” yenilebiliriz. Defalarca yenilmedik mi? Yolda kalanlar da olacaktır. Olmadı mı? Saymakla bitmez. Ama mesele yenilmek değil, yenilgiyi kabul etmemektir. Ezilen ve sömürülenler olarak yenilebiliriz. Düşeriz belki, ama muhakkak tekrar kalkar, tekrar deneriz. Ama ezen ve sömürenlerin nefesi tek bir yenilgiye dayanamaz. Yıkılır giderler. Ayaklar baş olunca çarların, padişahların, kralların esamesi bile okunmaz.
Şu da doğru: “gol” yedik belki, ama yenilmedik. Daha doğrusu karşı takımlar kazanamadı. Onların kazanamamasının en önemli nedeni, YSP’si, TİP’i ve diğer sosyalistleriyle bizim takımdır. Ortaklaşarak yıkılmaz zannedilen duvarlara gedikler açtık. Nasıl yıkacağımızı da öğreneceğiz. Zamanı geldiğinde eleştiri ve özeleştiriyle doğruyu bulacağımızdan kuşkumuz yok. Ama şimdi, sadece önümüzdeki yedi gün boyunca değişim için uğraşmalı, sonrasında da üstlendiğimiz sorumluluk gereği Emek ve Özgürlük İttifakını güçlendirmeliyiz. Unutmayalım; tarihimiz yenilgiler olduğu kadar zaferlerle de doludur. Paris barikatlarından Ekim Devrimine, Alman faşizminin toplama kamplarındaki direnişlerden Kobani direnişine koşan devrimcilerin geleneğindeniz. Faşizme teslim olmadık, hileli seçimlere mi boyun eğeceğiz? Tarihe söz vermişiz bir kere: Önünde sonunda alacağız o “düdüğü” ellerinden. Güneşi zapt edeceğiz yeniden!