Yönetmen Linklater’ın ‘Hayata Uyanmak’ filmi, alışılmışın dışındaki yapısıyla rüyaları, bilinci, kimliği ve hakikati sorgulayan diyalogların yankılanması için uygun bir zemin sunar
1 FİLM 1 YÖNETMEN Çeviri: Tolga Er
Yönetmen Richard Linklater’ın “Hayata Uyanmak” (Waking Life) adlı filminde genç bir adam, rüya aleminde bilinç hakkında muhabbet eder, sohbetten sohbete atlar ve varoluşçuluğun alt başlıklarını sorgular. Kahramanımız uykudaki bir hayata mı mahkum olmuştur yoksa bu, yaşamın en bilincinde olduğu noktadaki iç yolculuğun bir temsili midir? Filmin rüya teması, Bob Sabiston tarafından geliştirilen “rotoskop” adındaki teknikle desteklenir. Başta aktörlerle çekilen, ardından animasyon yapısı kazandırılan film, alışılmışın dışındaki yapısıyla rüyaları, bilinci, kimliği ve hakikati sorgulayan diyalogların yankılanması için uygun zemini sunar. Linklater, anlatılacak en harika hikayenin insanlar, mimik, an ve uçuşan duygular olduğuna inanır. Ve ona göre tek bir an vardır; o da şimdidir ve bu da sonsuzluğun ta kendisidir. “Hayata Uyanmak”, izleyicinin de katılım gösterebildiği, rüyanın değişken hakikatinde gerçekleşen felsefi sorularla karşımıza çıkar. Formüle edilmiş bir anlatı sunmaktan ziyade sersemletici bir zihinsel sürüklenmeye neden olan filmde başkarakterle birlikte teorileri, inançları, mantığı ve deliliği karşımıza alırız. İnsanlar neye inanmak istediğini bize anlatır, fakat biz sadece merak ederiz. Ne de olsa cevabın kendisidir merak ve soru sormamak zihne karşı işlenen bir suçtur. Aşağıdaki söyleşide ise yönetmen Richard Linklater, “Hayata Uyanmak” filminde izleyiciyi de içerisine dahil eden kurguyu anlatıyor ve hafıza ile kimlik arasındaki bağlantıya dair değerlendirmelerde bulunuyor.
Bu filmi yapmak nereden aklınıza geldi?
Yaptığım her şeyde olduğu gibi gerçek hayattan geldi. İster inanın ister inanmayın, bu kadar gerçekdışı bir film, tüm işaretlerini kişisel deneyimlerden alır. Benim başıma da gerçekten bu geldi; filmdeki bir dizi sahte uyanıştaki gibi gerçekten biçimlendirici bir berrak rüyaydı. Haftalarca devam ediyor gibiydi ve sona doğru tüyler ürpertici bir hal aldı. Yani anlatının yapısı benim deneyimime dayalı bir şey. Bunun hakkında yıllardır düşünüyordum; film olarak nasıl olur diyor ve kendime soruyordum, “Gerçekten film olarak olur mu?” Kafamda hiç oturtamadım, fakat arkadaşlarım Tommy (Pallotta) ile Bob’ın (Sabiston) bazı kısalarını gördükten sonra bir şeyler oturdu, “Ah, hakkında düşündüğüm hikaye olmuyordu, ancak bu yolla olması gerekir” dedim. Her şeyi gerektirdiği seviyeye getirdi. Gerçekçi, ancak aynı zamanda hayal gücüne dayanarak kurgulandı; kısacası kendisi bir çelişki. Ve şöyle düşündüm, “Ah, beyninin rüyada ve hafızada yaptığı şey bu.” Tam bir şey yok; hepsi sonlanmayan bir yeniden kurgu. Yani filmin algılanabileceği o seviye, hikayeyi özümsemeniz gereken doğru seviye. Bunların çoğu içgüdüseldi, rüyada uyanık olmak gibi çelişkileri gerçekleştirmek için bir yol aramaktı. Filmler de o kadar rüyalara benzer ki, bana kalırsa rüyalar hakkındaki filmler iyi olmuyor. O yüzden bu film başka bir şey hakkında olmalıydı. Benim için bu film, rüyalarınızda farkında olmak hakkında. Ve bu yüzden filmin kendisi de ilerledikçe farkında oluyor. Tüm bu şeyler aynı paralellikte ilerliyor: İzlerken beyninizde yaşananlar var, karakter (Wiley) hikayenin farkına varıyor ve izleyici de onunla aynı anda aynı anlatının farkına varıyor. Sanki size gizlice yaklaşıyor ve bir anlamda tüm filmi ele geçiriyor. Ancak bu dayatılan bir anlatı değil, her zaman orada bulunana ilişkin bir farkındalık. O yüzden anlatı kendisinin farkına varıyor. Ve sonrasında film (gülüyor), aslında kendisinin bir anlatı, bir hikaye ve bir film olarak farkına varıyor. Ve Soderbergh’in sondaki esprisi böyle; filmin kendisinin ekonomik bir varlık olarak farkına varmasına ilişkin.
Birçok film size bir hikaye verir, bu hikayeyi bir karakterle tanımlanızı talep eder ve sizi sona taşır. Fakat ‘Hayata Uyanmak’ filminde tanımlama süreci hakkında düşünmeniz isteniyor çünkü o kadar yumuşak bir geçiş yok.
Evet, filmin ortasına kadar adını bile bilmeyen bir başkarakterinizin olması böyle bir şey. Rotasızsınız, ancak onun bulunduğu pozisyondasınız, bir bakış açınız var. Film yalnızca bir yapı ve bakış açısı üzerine. Şöyle gibi; “Tamam, adımı bilmiyorum.” Fakat bunun için ne yapabilirsiniz ki? Film linear; projektörden belli bir hızda geçiyor. Bilseniz de bilmeseniz de zaman hareket ediyor. Size aslında bu kancalara ihtiyacınız olmadığını, empati yapacağınız bir karaktere ihtiyacınız olmadığını söylüyor. Bir karakteri önemsemek için saçma nedenler veren o kadar çok film var ki; mesela karakterin köpeği ölüyor. Fakat tüm bunlar bir kurgu inşa ediyor. Diğer şeyleri de önemseyebilirsiniz.
Deneyimleri karşısına alan hafıza ile kimlik arasındaki bağlantıyı nasıl kuruyorsunuz?
Bu beni her zaman büyülemiştir. Bir sonraki ay çıkacak olan filmim “Tape”, tamamıyla bunun hakkında, on yıl geçmişteki bir olayın şimdiki zamanda yer alan üç insanla kurduğu bağ ve nasıl farklı hatırladıkları hakkında. Yani hafıza kavramı ve zihnimizin geçmişi, tam anlamıyla belirlenemeyeni inşa ettiği fikri… Beyniniz bir video kamerası değildir, tiyatral bir prodüksiyondur ve siz seti giydirirsiniz, kostümleri değiştirirsiniz, vurguları değiştirirsiniz. Zamanla değişir. Kimse kötü olduğunu düşünerek dünyaya katlanamaz. Diğer fim “Tape”, on yıl önce yaptığı bir şeyden dolayı özür dilemeye zorlanan bir kişiyi içeriyor. Bunun ne anlama geldiğini, özür dilemenin ne anlama geldiğini soruyor.
Bu aynı zamanda hatalı hatırlanan olaylara dayanarak şimdiki zamanda kendinizi nasıl biri olarak görmek istediğinize ilişkin.
Ülkeler, hangi amaçla olursa olsun tarihlerini yanlış hatırlar. Ve biz de bunu bireysel olarak yaparız; kendimize mağdur veya kahraman olarak rol takdimi yaparız. Bu, yani kendi hikayenizi yazmak, tehlikelidir. Dünyaya katlanmak için için çok sağlıklı bir yol da değildir; yani aileniz tarafından size nasıl davranıldıysa sizin de öyle olduğunuzu düşünmek. Şu an zihninizde ne olduğunu, o hikayeyi sürdürmekte sizi bekleyen çıkarın ne olduğunu ve hayatınızda neye odaklandığınızı düşünmek zorundasınız. Çünkü gerçekten de bu 25 veya 30 yıl önce başınıza gelenden daha önemlidir, tabii bunun sorumluluğunu almak isterseniz. Çoğu insan almıyor gerçi (gülüyor). Fakat almamak için teşvik ediliyor, çünkü o zaman topluluk, tam anlamıyla politize edilmişten ziyade kontrol altında olmayan, hasar görmüş insanlarla dolu olur.