Fransız Yeni Dalga akımının ve feminist hareketin sinemadaki en özgün ve güçlü temsilcilerinden biri olan Agnès Varda, 29 Mart 2019 yılında aramızdan ayrıldı. Sinemacı kimliği kadar renkli kişiliği ile de ilham veren bir sanatçı olan Varda, Simone de Beauvoir’ın kürtaj hakkı için yazdığı manifestoya imza atan 343 kadından biri olarak feminist harekette etkin olarak yer aldı ve Legion d’Honneur, René Clair Ödülü, Onursal Oscar gibi yüzlerce ödüle layık görüldü.
Aşağıda yönetmen Agnès Varda ile 2014 yıllında yapılmış röportajın Türkçeye çevrilmiş bir bölümünü okuyacaksınız.
- Obadia Galerisi’ndeki ‘Triptyques Atypiques’ serginiz eş zamanlı olarak Los Angeles’te, ‘Agnès’in Californialand’ isimli serginiz ve ‘5’ten 7’ye Cléo’nun yeniden çıkışı da var. Yoğun bir programa sahipsiniz.
Sinema ve fotoğraftan sonra, bugün, görsel sanatçı olan üçüncü yaşamımdayım, bu terimi plastik sanatçı terimine tercih ediyorum. Aynı zamanda, sinemacı ‘ikinci hayat’ımın filmleri yeniden çıkıyor, 5’ten 7’ye Cléo gibi. Elli iki yıldan sonra, kendime, halen biraz daha ilerlemek gerekli demeyi komik buluyorum. Öyle ya da böyle, filmin zamanla hasar görmemiş olmasından ve de bozulmamış olmasından çok memnunum.
- Elli iki yıldan sonra, bu filmle ilgili görüşünüz nedir tam olarak ?
Bu filmden ve yapısından halen çok memnunum. Sinemada daima yapmak istediğim şeye gerçekten uygun olan ve hoşuma giden şeyi neden reddedeyim anlamıyorum: Herhangi bir şeyden ortaya çıkan, sadece roman ya da hikaye illustrasyonlarından değil, sinemanın özünde olan hikayeler yaratmak. Cléo için kendime bir çift kısıtlama getirmiştim. Film gerçek zamanda geçsin ve kahramanın yolculuğu da gerçek olsun istiyordum. Bu kısıtlamalarla, oyun yine de duygusuyla bir hikaye yaratmayı başardı böylece kanser olmaktan korkan bu kadına, seyirci daha yakın olabildi. Benim için olağanüstü ve cesur bir deneyimdi. Filmin iyi karşılanacağını asla düşünmemiştim. Cannes’da ödül almasa bile, tüm dünyada rağbet gördü. Yeni Dalga’nın diğer prodüksiyonları gibi olmadığı halde, çıktığında güçlü bir etki yarattı. Her zaman en iyi filmimin, Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) olduğunu düşünürüm ki o da restore edilecek. O film de çok sert. Gerçeğin sınırlarını bulanıklaştırıyor ve ham bir gösteri ile onun kurguyla sahnelenmesi arasındaki dünyanın algısı sorununu ortaya koyuyor. Ama sık sık Cléo’dan alıntı yapılıyor.
- Dönemin eleştirmenleri sizi, Yeni Dalga’nın ‘büyükannesi’ olarak adlandırdı ve bu lakap sizinle kaldı. Peki siz bu tabirden gerçekten memnun musunuz ?
1954’te çektiğim ilk filmim, Paralel Yaşamlar’dan sonra (La Pointe courte), Yeni Dalga ‘nın “büyükannesi” dendi bana. O dönem, Truffaut’lar, Godard’lar henüz film çekmemişlerdi. Filmim o kadar radikaldi ki, Amerikan sineması tekliflerine daha duyarlı olan Cahiers du Cinéma erkekleri tarafından hiç de talep edilmedi. Onlarla düşünce ve zihin ortaklığında değildim hiç. Ama herkes film yapmaya başladığında, gençlerle ucuz ve kârlı filmler yapılabileceğini söyleyen George de Beauregard gibi prodüktörler tarafından ben de işin içine sokuldum. Ama Yeni Dalga’nın yönetmenleriyle pek de ortak şeyim yoktu benim, ya da radikalliğinden dolayı sadece Godard’la vardı belki. Ben kendi köşemdeydim, Daguerre sokağındaki bu evde. Burayı gruptan görmüyordum. Sonuç olarak, bana “büyükanne” dediler çünkü herkesten önce başladım. Zaten böyle dediklerinde otuz yaşımdaydım. Şimdi ne olurum, Yeni Dalga’nın dinazoru mu? (gülüşmeler)
- Cléo’nun içinde gördüğümüz kısa metrajda, Yeni Dalga’nın aktörlerine ve yönetmenlerine göz kırpıyorsunuz bir de… Hikayeyi kesen bu kısa filmi neden eklemiştiniz ?
Filmin üçüncü çeyreğinde, seyircinin, Cléo’nun hikayesinden sıkılmasından korktum, bu yüzden, projeksiyon kabininde küçük bir ara oyun yaptım, Anna Karina ve Jean-Luc Godard’ın etrafında, Jean-Claude Brialy, Samy Frey, Eddie Constantine, Yves Robert ve Danièle Delormeyi bir araya getirdiğim, komik bir film. Gözlüklerini çıkartmayı başarmıştım, çok güzel gözleri vardı! Bu komik filmin biricikliği, Godard’ın gözlerini görmek. Zaten Anna Karina’nın ve diğer aktörlerin büyüsünü tanıyorduk. Ama mesele, Godard’in gözlerini görmekti.
- Siz, Cezayir Savaşı’ndan bahseden ilk sinemacılardan da birisiniz. O dönem bu konu tabu muydu ?
Sansür yoktu açık konuşmak gerekirse. Amerikalıların aksine, Fransa’da önemli olayları sıcağı sıcağına konuşmak zor. Kendi adıma, karşı çıkmak değil ama kanserden ölme korkusunu ve savaşta ölme korkusunu yan yana koymayı ilginç buluyordum ben. Güzel gençleri gördüğümüzde, onların ölmelerini istemeyiz. Cléo’nun aşırı güzelliği, onun korunması gerektiği arzusu veriyor. Çünkü güzelliğin ölümü, güzellik fikrinin sembolik olarak öldürülmesi gibi. Resimde, edebiyatta bu klasik bir konu. Güzel bir ağacın düşüşünü görmek istemeyiz. Birinin güzel çiçekleri ezdiğini görmek istemeyiz… Bunu böyle söylemek safça belki de. Herkesin kendi güzellik fikri var. Onun zarar görmesini istemeyiz.
- Sizce sinemacı kadınlar, kendilerini kabul ettirmek icin daha çok mücadele etmeliler mi?
Kendime “Sinemada bir kadın olmak zor mu ?” diye sorduğumda, özellikle radikal bir sinema yapmak zor, diye cevap veriyorum. Hiç kimse, asla “Bir kadın için kötü değil” demiyor. “Yeni veya yeni değil”, “çuvalladı”, “iyi” deniyor… Ben, her şeyden önce, her zaman sinemacı olarak bilinmek istedim. Özel hayatımda, evet tabii ki militan bir feministtim! Ama militan bir sinema yapmak istemedim, L’une de Chante ,L’autra Pas (One Sings, the Other Doesn’t), filmi dışında, onu da restore edeceğiz zaten. Bu film kadınların mücadelesini anlatıyordu. Militan olan sadece ben değildim, özellikle gebeliği önleme hakkı için mücadelenin hikayesiydi ki ona sahip olmak için kadınların mücadele etmek zorunda olmaları bugün halen bana, çok açık, utanç verici şekilde saçma geliyor. Kürtajdan bahsetmiyorum bile…
- ‘Sois belle et tais-toi’ isimli feminist belgeseli çeken yönetmen Delphine Seyring ile de çok yakındınız…
Delphine Seyrig ile sıkı dosttuk. O çok militandı, çok eğlenceli, çok zekiydi. 1970’lerdeki feminizm militanlığında sevdiğim buydu. Her şey inanılmaz güzel bir mizah içerisinde yapılıyordu! Şarkılar söylüyorduk, kızlar çiçekli elbiseler giyiniyorlardı. Tuhaf bir şey vardı! Sonrasında ortam sertleşti çünkü sorunlar daha ciddiydi. Şiddet gören kadınlarla ya da işkencelerle dalga geçmek istemezsin…Kendi hayatımda, tüyler ürpertici koşullarda kürtaj olan kadınlar tanıdım, toplumda, kadın ve erkeklerde ahlakın dönüşümüne tanık oldum. Paris sokaklarında Almanların savaşını da gördüm kurtuşunu da. Şimdi burda, geçmişe dönüp baktığımda, anılar kayboluyor, ama filmlerimi ya da Jasques Demy’ninkileri finanse etme noktasında sorunlarımızın olduğu zor anlar da vardı… O, hayatının sonunda bundan dolayı gerçekten çok acı çekti. Özellikle Les Parapluies de Cherbourg (Cherbourg Şemsiyeleri), Peau d’Ane (Eşek Derisi) ile böylesine bir başarı elde etmişken… Amerika’da olağanüstü bir başarıydı.
*18 Mart 2014’te, Critikart sitesindey ayımlanan Agnès Varda ile yapılan bu röportajın bir bölümü alınıp Şilan Bingöl tarafından gazetemiz için çevrilmiştir.