Hüseyin Aykol
Barışçı gösteri hakkı, anayasal bir hak ama devleti yönetenlerin emrini uygulayan emniyet güçlerinin orantısız güç kullanımı, yarın yargılanmalarına neden olabilecektir
AKP’nin ‘koalisyon ortağı’ Fethullah Gülen, iktidarın tamamını ele geçirmek amacıyla 15 Temmuz 2016 günü darbe girişiminde bulundu. Ordunun büyük bölümü, Fethullahçı kalkışmaya katılmayınca, darbe başarısız oldu. Sadece 5 gün sonra Erdoğan, meclisten aldığı Olağanüstü Hal (OHAL) yetkisiyle, ülkeyi bugünlere getirdi. O günden bu yana, olağandışı bir şekilde yönetiliyoruz ve her türlü demokratik gösteri emniyet güçlerinin müdahalesine maruz kalıyor.
Bu konunun nedenlerini irdelemeden önce size “Apê Musa 100 Yaşında” isimli kitabımızdan bir bölüm aktarmak istiyorum. Kitabın 180 ve 181. sayfasında İbrahim Gürbüz anlatıyor:
“21 Mart 1992 tarihinde Şırnak ve Cizre newrozlarında büyük bir saldırı oldu. Ve bu saldırı sırasında onlarca halktan insanımız katledildi. Bu katliamı protesto etmek için aralarında İsmail Beşikci, Musa Anter, Eşber Yağmurdereli, Feqi Hüseyin Sağnıç, Abdurrahman Dürre, Bilgesu Erenus ve İbrahim Gürbüz’ün bulunduğu bir grup aydın ve sanatçı, Beşiktaş’ta HEP binasında açlık grevine başladık. Üç günlük açlık grevi bittikten sonra Beşiktaş HEP’ten birlikte çıktık. Musa Anter, Eşber Yağmurdereli, Abdurrahman Dürre ve Beşikci’yi de alıp arabamla eylem yerine gittik. Açlık grevi eylemimiz basında epey yankı yaratmıştı. Açlık grevi bitiminde kararımız, Cağaloğlu’ndaki Basın Konseyi önüne siyah bir çelenk koyup kısa bir konuşma yapmaktı. 1990’lı yıllar, her gün onlarca Kürt insanının yargısız infaz ve faili meçhul cinayetlere kurban gittiği yıllardı. Açlık grevciler, gruplar halinde Basın Konseyi önünde toplandılar. Protesto içerikli konuşmayı ben yaptım.
Çelengimizi binanın önüne koyduk. Eylem yerinden tam dağılacakken bir ya da iki kişi her birimizin eline bir kırmızı gül verdi. Biz de bir vatandaşın bizi kutlamak için bu gülleri verdiğini sandık. Meğerse bizi işaretlemek için bu gülleri elimize polis vermiş. Beş dakika geçmeden polis elinde kırmızı gül olan herkesi toplamaya başladı. Ben ile Beşikci, sokakta yan yana yürüyorduk. Bir polis arabası bizim yanımıza yaklaştı. Beni tek almaya çalıştılar. Ben direndim. İsmail hoca beni tek almalarına izin vermedi. Polis beni arabaya zorla sokmaya çalıştığında Beşikci de benim yanımdan ayrılmayarak kendini benim yanıma polis arabasının içine attı.
Polis bizi Eminönü polis karakoluna götürdü. Bir de baktık ki Basın Konseyi’nin önüne giden bütün grup çeşitli polis araçlarıyla aynı karakola getirilmişti. Hepimizi bir odaya koydular. Polisin telsiz anonslarından “eylemci teröristler alındı efendim” sesleri geliyordu. Terörist dedikleri çoğunluğu 65 yaş üstü aydınlardı. İçlerinde en genci ben ve Remzi Çakın idi. Bir müddet sonra içeri konulduğumuz odanın kapısı açıldı.
İçeri bakan polis yetkilisi yanındaki polise “bunlar mı terörist” diye sordu. O da “evet efendim bunlar” dedi. Yaklaşık 1 saat sonra tekrar kapı açıldı. Karakol komiseri grubun içerisinden beni işaret ederek odadan çıkmamı istedi. Beni almak istiyorlardı. Basın Konseyi önünde konuşma yaptığımı tespit etmişlerdi. Bu nedenle beni alıp sorgulamak ya da işkenceye almak istiyorlardı. Komiserin bu isteğine başta İsmail Beşikci ve Musa Anter olmak üzere bütün grup “o zaman hepimizi alın” demesi üzerine beni almaktan vazgeçtiler.
Gece sabaha kadar bu odada kaldık. Geceyi Musa Anter’in esprileriyle ve bazı arkadaşların fıkralarıyla geçirdik. Musa Anter’in Bilgesu Erenus ile yaptığı espriler ve sohbetler unutulmazdı. Açlık grevi grubu bu esprili ortamda adeta karakolda olduklarını unutmuşlardı. Musa Anter’in bir ara Bilgesu’yu işaret ederek “Sizin orası Türk mahallesi burası ise Kürt mahallesidir” demesi gecenin en güzel esprilerindendi.”
* * *
Bu gözaltı hikayesi, insanların savcılığa bile çıkarılmadan serbest bırakılmasıyla sona eriyor. İnsanların eline bir gül verip, sonra da kimseye çaktırmadan, gözaltına alınmaya çalışılması gibi bir ‘nezaket’ bu ülkede yaşanmış; hem de sadece 30 yıl kadar önce. Hem de faili meçhul cinayetlerin yaşandığı ama bu saldırıları üstlenemeyen bir devlet mahcubiyeti döneminde…
Bir de bugünlere bakın: Her basın toplantısına orantısız güçle müdahale eden emniyet güçleri söz konusu. Sadece sıradan vatandaşa değil, milletvekillerine ve hatta sadece halkın haber alma özgürlüğünü korumak üzere kamu görevini yapmakta olan gazetecilere saldırılıyor.
Peki neden? Önce OHAL var, yapamazsınız diyorlardı. OHAL aslında kaldırıldı ama şimdi de yetkileri fiilen sürdürebilen uzatma yasası var. OHAL’den hareketle, vali ve kaymakamlara yetki verilmişti. Vali ya da Kaymakam şöyle buyurabiliyor: İlimizde 15 gün süreyle gösteri yasaktır!
Elbette Fethullah Cemaati’nin darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” olarak görüp, bunu iktidarda kalmak üzere tüm muhalefeti ezmek için kullanan AKP iktidarının yanı sıra, ondan da önce -Haziran 2016’da- CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması kanununa “Anayasa’ya aykırı ama ‘evet’ oyu vereceğiz” demesini unutmamak gerekir.
Kılıçdaroğlu, HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını herhalde en az AKP’liler kadar istediği için söz konusu dokunulmazlıkları kaldırma yasasına destek verdi. Ancak bunu kamuoyunda, “Biz bu yasaya ‘evet’ oyu verdik. Çünkü kendimizden korkmuyoruz. Buyurun bizi de yargılasınlar” şeklinde izah ederlerken; kapalı kapılar ardında ise, “HDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karşı çıkmamızı, AKP seçimlerde bize karşı kullanırdı” diye yakındılar.
Kılıçdaroğlu’nun bu tavrı, milletvekillerinin sahip olduğu saygınlığa büyük zarar verdi. Emniyet güçleri, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana vekillere gösterdiği, göstermek zorunda olduğu saygıdan vazgeçip, onlara yönelik umursamaz bir saldırgan tavır geliştirmeye başladılar. Elbette bu tavır konusunda bağlı bulundukları bakandan da önemli bir güç almaktalar.
Şimdi emniyet güçleri, “bize verilen görev böyle” diyerek, “biz emir kuluyuz” diyerek, milletvekili ya da gazeteci falan dinlemeyip, önlerine çıkan herkese karşı güç kullanıyorlar; yani kelimenin tam anlamıyla saldırıyorlar. İşin acı tarafı şu: İktidar değiştiğinde, Fethullahçılarda olduğu gibi parası olan yetkililer yurtdışına kaçtığında, yargılanabilecek olanlar maalesef söz konusu ‘emir kulları’ olacak galiba…