DTK Eşbaşkanı Güven, Kürt sorununu tartışan muhalefet partilerine seslenerek, ‘Bugüne kadar savaş çığırtkanlığı yapanlar ezdiler bizi. Hep birlikte elimizi taşın altına koyalım. Hep birlikte barış sesini yükseltelim’ dedi
AKP-MHP ittifakı yönetimindeki Türkiye, hem iç politikada hem de dış politikada derin bir kaosunun içerisine son sürat sürükleniyor. Mevcut tablo, toplum nezdinde bir değişim ihtiyacını zorunlu kılıyor. AKP içerisinden çıkan partilerle birlikte muhalefet cephesinde böylesi bir değişim iddiası taşıyanların gözünü diktiği güç ise, İstanbul seçimlerinin belirleyicisi olan Kürtler. Bu nedenle ülkenin en temel meselesi olan Kürt sorununa dair ardı ardına muhalefet liderlerinden mesajlar geldi.
Kürt halkının en büyük sivil ve demokratik kitle örgütü olan Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 Newrozu’nda yaptığı çağrı üzerine başlayan, tüm girişimlere rağmen henüz vücut bulamayan Kürt ulusal birliği, küresel bir hale gelen Kürt sorunu ve çözümü için büyük çabalar sarf eden Öcalan’ın rolüne dair sorularımızı yanıtladı. Türkiye’nin iç ve dış politikasını da değerlendiren Güven, Kürt sorununu yeniden gündeme getiren muhalefet partilerine de önemli çağrıda bulundu.
Öncelikle Kürt ulusal birliği ile başlayalım. DTK olarak sizin de Kürtlerin de gündeminde uzun bir süredir birlik var ve önemli çalışmalar da yürüttünüz. Ancak bugüne kadar sonuç alınmadı. Bu kadar dillendirilmesine rağmen Kürtler neden birliği sağlayamıyor, engel nedir?
Ulusal birlik bütün Kürt kurumları tarafından yüksek sesle dillendiriliyor. Ulusal birlik Kürtler açısından olmazsa olmaz. Ama öncesine gitmek gerekiyor. Kürtler nasıl yaşıyordu? Nasıl dört parçaya bölündüler? Bölünmüşlük halinden sonra ekmek, su kadar, hava kadar, toprak kadar, doğanın bütün nimetlerinden daha değerli gördükleri ulusal birliği gündeme getirdiler. Neden ulusal birlik? Çünkü bizi özümüzden çıkarmak için dört parçaya böldüler. Kendimizi unutmamız için bir konsept devreye konuldu. O konsepte karşı bir direnç vardı. Bununla birlikte ‘nasıl aynı ruhu kazanabiliriz’ anlayışı vardı.
Kürtlerin birlik talebi çok eskiye dayanır. Kürtler dörde bölündükten sonra sürekli birlik özlemi ve hayali ile yaşadılar. Bunun konjonktürleri karşımıza farklı sorunlarla çıktığında, biz de olaya konjonktürel olarak bakmaya başladık. Bizimde yanılgılarımız oldu. Mesela bir parçada sorun vardı, hepimiz o parçaya aktık. Bir parçadaki kazanımla sınırlı kaldık. Aslında dört parçayı koruyacak bir sistem, bir model, konfederal sistem üzerinden bir çalışma yürütmedik. Günü birlik konjonktürel yaklaştık. Gelinen aşamada sorun bunu aştı. Bütün parçaların kazanımı söz konusu olduğunda, ancak kendimizi birlik içerisinde görebiliriz. Aksi halde hep bir yanımız eksik kalacak. Sayın Öcalan bunun için yoğun bir mesai harcadı. En son 10 dakikalık telefon görüşmesinde dahi ulusal birliğin önemine vurgu yaptı. Ulusal birliğin sağlanması gerektiğini, herkesin saygı göstermesi gerektiğini ve herkesin bu konuda çaba sarf etmesi gerektiğini söyledi. İmralı Adası’nda 21 yıllık tecrit politikasına rağmen Sayın Öcalan’ın ulusal birlik konusunda ne kadar ısrarlı olduğunu görebiliyoruz. Bu çok önemli.
Somut olarak bir kazanım var mı?
Bunun için ne yaptık! Doğrusu çok şey yapıldı ancak somut olarak açığa nasıl bir sonuç çıktığını söylemekte zorlanıyoruz. Çok mesai harcandı ancak somut olarak ortaya çıkan bir kazanım olmadı. En çok yaklaştığımız dönem 2013 dönemiydi. Herkes umutlandı, dünyanın her yerinde yaşayan Kürtler umutlandı. Evet, bu sefer gerçekleşecek denildi. Çünkü Sayın Öcalan’ın, Sayın Barzani ve Sayın Talabani’nin de içinde yer alabileceği, her üç liderin yaptığı çağrılar doğrultusunda çok önemli bir aşamaya gelindi. Hewler’de yapılan toplantıda gördük. Sonradan bir el bunu durdurdu. Bu elin hangi el olduğunu çok iyi biliyoruz. Kürtler, birliğin önündeki engelin kim olduğunu çok iyi biliyor. İşte onun için o güçlere rağmen ulusal birliği sağlamak zorunda olduğumuzu da biliyoruz. Bunun için çaba sarf ediyoruz, çağrılar yapıyoruz. Her bir siyasi partinin, her bir dernek, her bir sendikanın, Kürtler adına siyaset yürüten her kim varsa, farklılıklarımız olabilir, ama bizim ulusal birliğimiz, partilerimizin, kurumlarımızın, her şeyin üstündedir. Üstünde de olmak zorunda. Aksi halde bir parti kaybı değil, bütün Kürtlerin kaybı anlamına gelir. O açından ulusal birliği önemsiyoruz.
Son günlerde Kürtler arasında sıkıntılar var. Her bir açıklamanın, her bir olumsuz demecin Kürtlerin birliğine zarar vereceğini bilerek hareket etmek zorundayız. Bu gerçekten halkımızın yıllarca ilmek ilmek ördüğü ulusal birliğe yaklaştığımız günlerde, bize zarar verme ötesinde bir şey değil. Zaten egemenler de bizi karşı karşıya getirerek, ulusal birliği sağlayamayacağız bir noktaya sürüklenmemizi istiyorlar. Buna karşı çok dikkatli olmamız gerekiyor.
Birliğe engel olanlar kimler?
Bugün ulusal birliğimizin önünde engel olan, Kürtlerin birliğini istemeyenler, 1999’da Sayın Öcalan’ı uluslararası komployla Türkiye’ye getirilmesini sağlayan güçlerdir. Bu güçler aynı güçlerdir. O gün Sayın Öcalan’ı getirirken, ‘Başı aldık, gövdeyi dağıtırız’ diyenler, bugün de ‘bunlar her şeye rağmen dağılmadılar, bunlar hala ulusal bir ruhla hareket etmeye çalışıyorlar, o zaman başka bir konsepti devreye koyalım’ diyorlar.
Bu kez KDP’nin eliyle Kürtleri karşı karşıya getirmek ve Kürt birliğini dağıtmaya çalışıyorlar. Uluslararası komplo güçleri kimdi? Hatırlayalım, o ülkelerin hepsi şu anda aktif bir şekilde ulusal birliğin önünde engel.
Örneğin bu güçlerden birisi ‘Rojava’daki oluşumu doğru buluyorum’ diyor, ‘haklı bir mücadeledir’ diyor, bir diğer güç ‘Türkiye’deki güçler eziliyorlar, Kürtlerin belediyelerine kayyım atanıyor, vekilleri tutuklanıyor’ gibi diğer bir başka bir şey söyleyerek… Başur Kürdistan’da bir referandum yaşandı. Bugün Kürtler için çok güzel sözler söyleyenler, o gün hep birlikte tek bir ses oldular. ‘Siz referandum yapamazsınız, bağımsız olamazsınız’ dediler. Bu güçlerin yıllar geçse de anlayış olarak hizmet ettikleri nokta hep aynı. İran’ın, Amerika’nın, Rusya’nın, Almanya’nın, Fransa’nın hiçbirinin diğerinden farkı yok.
KDP’nin eliyle derken, bugün Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik operasyonla mı bunu amaçlıyorlar?
Aslında Kürtleri Sayın Öcalan şahsında parçalamak istediler olmadı. Rojava’ya IŞİD güçlerini palazlandırıp oraya koydular. Kürtleri durdurmaya çalıştılar, olmadı. Bugün de KDP’nin eliyle PKK’ye karşı olduğunu söyledikleri operasyonlarla Başur Kürdistanı’nın dağını taşını bombalıyorlar. Onlarca üs yapmışlar. O üsler aracılığıyla güya PKK’ye karşı bir mücadele. Ama tarih bize gösterdi ki mesele PKK meselesi değil. Tarihe gidelim! KDP yetkililerini tarihi bir yolculuğa davet ediyoruz. Bakın Türkiye’nin Kürtler karşı düşmanlığı yeni değil. Seyit Rıza’dan Şex Said’e ve Sayın Öcalan’a, bugün gelinen aşamada Kürtlerin bütün kazanımlarına bir saldırı silsilesi var. Bu konjonktürel olarak böyle devam edip gelmiş. Bunu planlayanlar bugün de sizi ‘Hadi birlikte PKK’ye karşı mücadele edelim’ diyerek, aslında Kürt güçlerini karşı karşıya getirmektir. Mesele PKK meselesi değil, mesele Kürt meselesidir, Kürdün statüsüdür, Kürdün varlığıdır, Kürdün kazanımlarıdır.
Dünyanın neresinde Kürde dair gelişen en ufak bir hak kırıntısı olsa, Türkiye soluğu orada alıyor. Onları kınamakla güne başlıyor. KDP bunları görmese o zaman yanılır. KDP yetkilileri elbette Türkiye ile görüşebilir, elbette Türkiye’de ticari ve siyasi ilişkileri olabilir. Buna karşı değiliz. Ama PKK ile mücadele adı altında Başurê Kürdistan’ın toprakları işgal ediliyor. Orada ciddi bir işgal söz konusu. Buna karşı KDP’nin yüksek sesle bir şey söylemesi gerekiyor. Soru sorsun Türkiye’ye; ‘Kürde neden bu kadar düşmanlık yapıyorsun?’ diye sorsun. Kürdün belediyesini neden gasp ediyorsun, seçilmişini neden tutukluyorsun? Kürdün 7’den 70’e bütün insanlarına bu zulmü neden uyguluyorsun? Sorularını sorsun, Türkiye de cevap versin. Kürde olan düşmanlık nedir? Bu tarihi bir düşmanlıktır.
İşte bakıyoruz Misak-ı Milli sınırları dedikleri, Türkiye’nin içinde ukde olan toprakları ele geçirmek istiyor. Nasıl ele geçirecek? KDP’ye ‘biz PKK ile daha iyi mücadele etmek için sizin topraklarınızı kullanmak istiyoruz’ diyecek. KDP sorsun, ‘PKK buraya niye geldi?’ diye sorsun. 40 yıldır önce PKK dağa niye çıktı? diye sorsun. Hangi gerekçeyle çıktı. O gerekçeler ortadan kalktı mı? KDP bunları sorgulamalı. Aksi halde geçmişte bize bunu yaptılar ve bunu yaptıkları için Sayın Mesud Barzani; “Ben artık birakujî pratiğinin sahibi olmayacağım” dedi. İşte şimdi görüyoruz maalesef egemenler, Kürt düşmanları, Kürdün her kazanımına el uzatanlar, yine bizi karşı karşıya getirmek istiyorlar. Böyle bir konsept var, bizim uyanık olmamız lazım. KDP bu konuda tuzağa düşmemeli. Bu açık ve net bir tuzaktır. Dün senin referandumuna ‘hayır’ diyen, bugün nasıl senin dostun oluyor. Mümkün değil. O yüzden bunun hızla bu konseptin devre dışı edilmesi gerekiyor. Biz artık dağıtıcı pozisyonunda olmayalım.
Kapsamlı operasyon devam ederken, Federe Kürdistan Bölgesi Başkanı Neçirvan Barzani Türkiye’yi ziyaret etti. Kürdistan referandumuna şiddetle karşı çıkan Erdoğan ve Çavuşoğlu ile görüştü. Birçok çevreden tepkiler yükseldi. Ziyaretin amacı neydi? Bu konuda neler söylersiniz?
Gerçekten kaygıyla izliyoruz. Ziyaretin amacı neydi? KDP’nin yetkililerinden ziyaretin amacını duymak isterdik ama Çavuşoğlu ziyareti iki cümleyle ifade etti. KDP, Kürt düşmanlığı konseptinden asla taviz vermeyen, Kürtlere çok ağır bedeller yaşatan, acılar yaşatan Türkiye ile yapılan bu görüşmenin tarihte neyi getirip, neyi götüreceğini iyi hesaplamaları gerekiyor. Başurê Kürdistan’da yaklaşık bir milyon peşmerge yaşamını yitirdi. Şimdi Türkiye Kürt sorunu kapsamında 50 bin insan öldü diyor. 50 bin değil, çok daha fazla insan yaşamını yitirdi bu savaşta. Her taraftan gelişen savaş konsepti ve savaş çığırtkanlığı karşısında Türkiye’nin KDP ile ortak hareket ederek, Kürtlere olumlu bir şey getirebileceğini düşünen insan var mı? Kürtlerin en yaşlısından en gencine hepsi bilir; Türkiye’yi yönetenlerden Kürtlere bugüne kadar iyi bir şey gelmemiştir, gelmez.
Her ne konuştularsa, her ne için bir araya geldiler ise biz çok net biliyoruz. Kürdün kazanımlarına dönük bir saldırı içindir. Hatta Başurê Kürdistanı göstererek, bizi oyalarken, belki de Kobanê’ye saldırıyı planlıyorlar. Türkiye ne zaman böyle bir şey yapsa, arkasından uçaklar kalkar, Rojava veya Başurê Kürdistan’a bombardımanlar olur. Zînî Wertê son örneğiydi. Bunlar görülmek zorunda. Görüşmelere karşı değiliz ama Kürtlere bir açıklama yapması gerekiyor. Aksi halde Çavuşoğlu’nun söyledikleri gerçek oluyor. Çünkü yalanlama gelmedi. Dolayısıyla bir Kürt gücünü çağırıp, gene Kürde karşı kullandırtmak istiyor. Biz artık kendimizi kullandırmayalım. Artık Türkiye’de özellikle son 50 yılı ele aldığımızda, Türkiye’nin NATO’nun ikinci büyük gücü olarak, bütün askeri yöntemleri denediğini, bu durumda Kürtleri yenemediğini, ama koruculuk aracılığıyla, itirafçılık aracılığıyla, Kürtleri yenmeye çalışmıştır. Her birinin sonunda da eyvah dedik. Keşke böyle olmasaydı demişiz. Ama bir şey geriye getiremeyiz.
KDP’nin bu konuda sağduyulu bir siyaset yürütmesi, Türkiye’yi yanına alıp, başka bir Kürt gücüne karşı harekete geçmemesi gerektiğini, bunun tarihsel, toplumsal, kültürel birçok yanı olduğunu unutmaması gerekiyor. Onların sağduyulu hareket etmesini bekliyorum.
Kürtlere dair “21’inci yüzyılda da birlik olamazlarsa bir 100 yıl daha kaybederler” şeklinde yaygın bir tespit yapılıyor. Kürt partileri, oluşumlar, platformlar, sivil toplum örgütleri, aydınlar, yazarlar ve sanatçılar bu konuda üzerlerine düşeni yapıyorlar mı?
Kürtler açısından da Lozan’ın üzerinden yüzyıl geçti. Yeni bir yüzyıl planlanıyor. İlk bakışta Kürtler yüzyıl daha kaybeder tespitine katılmıyorum. Kürtler artık kaybetmez, kaybetme noktasını geçtik. Biz devlet olmayıp da devletlerden daha fazla kendisini koruyan, dilini, kültürünü, kimliğini koruyan, varlığını koruyan, birlik olmak için mücadele eden, bütün yok etme konseptlerine karşı ayakta kalabilmiş bir halkız.
Kürtler kaybetmeye dönük bir noktada değiller artık. Yok olan, ‘kart kurt’tan gelen, ‘dağ Türkü’ olan Kürt yok artık. Dört parçada bilgili bilinçli bir Kürt var artık. Dolayısıyla dünyanın her yanına yayılmış Kürtler, şu anda her biri bir filozof gibi dünyayı analiz edebilen güçlerdir. Biz kaybetmeyeceğiz, her fırsatta kazanacağız. Ama kazanımımızın büyük olmasını istiyoruz, kalıcı olmasını istiyoruz. Sosyal, siyasal boyutu da güvenceye alınması gerektiğini düşünüyoruz. Onun için birliğimizi hızla sağlamalıyız. Bütün dünyaya ortak bir mesaj vermeliyiz: Siz bizi yok etmek üzerinden geliyorsunuz. Hiçbiriniz gerçek anlamda dostumuz değilsiniz.
Her ülkede demokrat, Kürdü seven insanlar var. Hatta birçok ülkede ‘biz Kürtlerin dağları olmak istiyoruz’ diyenler oldu. Ama Kürtler de bir ömür dağda yaşamamalı. Kürtlerde hak ettikleri özgür, demokratik bir statüde yaşamak ister. Bu bizim hakkımız.
Kürt ulusal birliği önemli ancak bir de artık küresel bir hale gelen Kürt sorunu var. Çözümü için PKK Lideri Öcalan’ın da aktif rol aldığı 1993’ten bu yana çok sayıda girişim oldu. Ancak süreç, her defasında şiddete evrildi. AKP iktidarının da çözümsüzlük politikaları sürüyor. Kürt sorunu hangi aşamada?
Kürt sorunu köklü bir sorun. Kürt sorunu AKP ile başlamadı, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 1924 Anayasası’nda resmen ‘inkarın tarihi’ olarak belirtebileceğimiz bir süreçle başladı. Bu süreçte artık Kürde yer yoktu. Osmanlı döneminde Kürtlerin beylikler halinde özerk yaşadığı, kendi coğrafyasında özgür yaşadıkları dönemlerdi. Daha sonra cumhuriyetle birlikte yok edilen, o günden bugüne daha da derinleşerek devam eden bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla köklü bir sorun. Suriye’deki Kürtlerin konumuna baktığımızda aynı şekilde Suriye rejimi tarafından yok sayılan, mülk edinmesi bile yasaklanan Kürtlerden bahsediyoruz. İran’da hala her gün Kürt gençlerin idam edildiğine şahit oluyoruz. Kürdün oradaki varlığı asla kabul edilmeyen, reddedilen bir gerçeklik var. Irak’ta zaten bölgesel yönetimle birlikte açığa çıkan bir kazanım var. Ancak bu kazanım da Rojava’daki kazanım da sürekli bir tehdit altında. Çünkü bölge güçleri de egemenler de bu konuda bir çözüm perspektifine sahip değil.
Bizi parçalı bırakmaya dönük bir çaba olduğunu görüyoruz. Bunu egemenler istiyor, parçalı olmamızı istiyor. Şu anda bölüp parçalamaya çalışan bir konsept olduğunu biliyoruz. Farklı farklı güçleri oraya getirip, ‘siz barışın, siz anlaşın’ diyen güçler var. Kürt kendisi ne düşünüyor? Nasıl bir statü ister? Bu konuda bir öngörüleri yok. Eğer ulus devletçik ise bize vaat ettikleri, bunu reddediyoruz. Ulus devlet olduğumuzda özgür mü olacağız? Bugün Arapların onlarca ulus devleti var. Araplar çok mu huzur içerisinde yaşıyor? Biz Sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik ulus perspektifinin en doğru perspektif olduğunu düşünüyoruz. Bu perspektifin Rojava’da, Bakur’da, Başur’da da bütün Kürtlerin yaşadığı coğrafyada mümkün olduğunu düşünüyoruz.
Bu coğrafyada sadece Kürtler de yaşamıyor. Mezopotamya coğrafyasında farklı halklar da yaşıyor. Türkiye tarafından kırıma, soykırıma, uğratılan, yok edilmeye çalışılan farklılıklar var Mezopotamya’da. Bunlar da yaşayabilir. Araplar Türkmenler var. Herkesin kendisini ifade edebileceği sistemin adı: Demokratik ulus sistemidir. Bu hem Kürtler için hem de Ortadoğu’da yaşayan herkes için büyük bir fırsat.
Sayın Öcalan bunu söyledi diye üzerinde tecrit ağırlaştırılarak devam ediyor. 21 yıldır ara ara azaltılsa da sürekli devam eden bir tecrit var. Özel statüye sahip, özel bir cezaevidir. Dünyanın gözünün önünde, CPT’nin raporlarına rağmen orada bir tecrit, bir işkence söz konusudur. Kimse sesini çıkarmıyor. Buradan bile baktığımız da uluslararası güçlerin ne kadar ortak hareket ettiğini görebiliyoruz. Başka bir şey olsa kıyametin kopması lazım. Telefon görüş hakkı neden tanınmıyor? Ancak söylenmiyor. Çünkü bu konsepti beraber yürütüyorlar. Onlar da Türkiye’nin ortağı, Türkiye ile işbirliği yapıyorlar. Birbirlerine silah alıp satıyorlar. Kürtleri buna kurban etmek istiyorlar.
Geçmişte yaptıkları gibi bugünde aynı konsept devrededir. O açıdan Sayın Öcalan’ın önerdiği bu model hayat bulacak. Başka şansı yok. Gerçekten biz bunu tarihi referansları gördüğümüz bir noktadan söylüyoruz. Çünkü tarih bu konuda bizi doğruluyor.
Bu konseptler dünyanın en güçlü ülkeleri -silahtan, paradan söz ediyorum- DAİŞ barbarlarına karşı bir şey geliştiremediler. Ama Kürtler kahramanca üstesinden geldiler. Bu bizim öngördüğümüz, özellikle Sayın Öcalan’ın öngördüğü, Ortadoğu’daki gelişmelerin hiçbiri bir birinden bağımsız değil. Türkiye Cumhuriyeti’ni 18 yıldır yöneten AKP, Kürt sorununu çözecekmiş gibi yaparak, zaman kazandı, Kürtlerden kredi aldı. Kendisi ve iktidarını ayakta tuttu. Bugün gelinen aşamada ‘böyle bir sorun yoktur, dolaba kaldırıldı’ dediler. Demek ki bu bir devlet zihniyetidir. Ama AKP gidicidir. MHP de imdadına geldi, yine de iktidarlarının sonuna geldiler. 2021’de artık onları uğurlayacağız. Fakat sorun onlarla bitmiyor.
Onun için Sayın Öcalan diyor ki; Kürt sorunu demokratik çözüme kavuşmasa, Türkiye’de darbe mekaniği devreye girer. Bunu söyledikten sonra darbelere bakalım. Bu darbeler çeşitli versiyonlarla karşımıza çıktı. Bazen silahlı, bazen başka şekilde oldu. Ama sürekli bir darbe mekaniği hala canlı. Bu mekaniğin tümden devreden çıkması için Kürt sorununun çözülmesi gerekiyor. Bu sadece bizim söylemimizle olmuyor. Biz zaten mücadelemizi veriyoruz. Bu anlamda başkasının vereceği icazetle değil. Kendimiz bu gerçekliğin farkındayız. Türkiye’de yaşayan bütün halkların AKP’den sonra gelecek kim olursa olsun, Davutoğlu, Babacan, vb. siyasi parti kurarak yoluna devam etmek istiyor. İddia ediyoruz; bu bir realitedir diyoruz. Kim olursanız olun, hangi parti olursanız olun hiç fark etmez. Siz statükodan beslendiğiniz müddetçe, Kürt sorunu demokratik çözümü için cesur adım atmadığınız müddetçe, Türkiye’de asla ne iktidar olabilirsiniz ne de muvaffak olabilirsiniz. Asla söz konusu değil.
Bunu tarih gösterdi. Cumhuriyetten bugüne siyaset yürüten herkes bunu gördü. Mümkün değil. Her gün daha da kangrenleşen bir Kürt sorunu söz konusu. Şimdi başka sorun yok mu? Her gün onlarca kadın katlediliyor, işsizlik sorunu var, yoksulluk sorunu var, ekolojik sorunlar var, mezhep sorunu var. Böyle bir zihniyetle değişim olmaz.
O açıdan iktidar olmak isteyen, Türkiye’de siyaset yürütmek isteyen herkes bu realiteyi görecek ve buna göre politika belirleyecek. Öyle afaki sözlerle, ‘anadilde eğitimi doğru buluyoruz’ söylemleriyle gelmesinler. Biz bu süreçleri aştık. Hepsi söyledi ama hiçbiri de bunları bir güvenceye kavuşturmadı. İmralı görüşmelerine katıldı diye arkadaşlarımız şu anda AKP’nin elinde esir. Çünkü hiçbir güvence vermedi. Verdiği hiçbir sözü yerine getirmedi. O açıdan bizim artık bunlara karnımız tok. AKP’de gidicidir ama Kürt sorunu çözülecek. Kürt sorunu bu ülkenin bütünlüğü içerisinde çözülmek zorundadır. Aksi durumda bu ülkenin hiçbir sorunu köklü bir çözüme kavuşmaz, sadece zaman kaybıdır.
Muhalefet liderleri Kürt sorununu dillendirmeye başladı. Kemal Kılıçdaroğlu, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan… Muhalefet liderlerinin Kürt sorununa yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz, bu konuda muhalefete ne öneriyorsunuz?
Yeni bir şey söz konusu olmadığını görüyorum. Hakikaten bunları yaşadık, yeniden aynı şeyleri yaşatmasınlar bize. Yeniden yapılacakmış gibi söylemesinler. CHP, 1989’da bir Kürt raporu hazırlamış, üzerinden yıllar geçmiş, bu rapor bir türlü güncellenmemiş, hiçbir şekilde Kürtlere dönük bir politikaları olmamış, bugün yeniden bir rapordan söz ediyorlar. Artık sizler rapor yazıncaya kadar… Kürtlerin gerçekten tahammülü kalmadı. Sizlerin bu politikasızlığı, özellikle Kürt sorunundaki politikasızlığı, başkaca parti kuranlar, CHP söylemedi ama biz söylüyoruz diyor. Örneğin; Muharrem İnce’nin söylediği gibi… Yıllardır CHP’nin içinde yer alan bir şahıs, madem Kürtlere dönük bu kadar önemli düşüncelerin vardı, CHP içerisinde en önemli konumdaydın. O zaman neden söylemedin?
Herkes yola çıkarken mutlaka Kürtlere dair bir şey söyleyerek iktidar olmak istiyor. Neden? Çünkü Kürtler bu ülkede bir güçtür. Kürtler bunu yerel seçimlerde herkese gösterdi. Zaten vardı ama somut olarak ortaya çıktı. Kürtlerin desteklediği iktidar kim olursa olsun, kazanır. O yüzden hakikaten HDP’nin dışında baktığınızda Kürtlerin ‘evet bu parti gelirse çözebilir’ diyebileceği bir parti olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir parti olacaksa eğer önce Kürdistan’a gelmeli, yapacaklarını planı ve projesiyle anlatmalı. Dün gelip ‘Sur’u Toledo yapacağım’ diyen bir şahıs, bugün gelip Kürtlere ‘size anadilde eğitim sağlayacağım’ diyemez.
Kürtler bunları gördüler, onların ne kadar güç olabileceklerini gördüler. İtaat edenler, birilerine yaslananlar Kürt sorunu çözemezler. Biz mevcut siyasetin çok getirisi olacağını düşünmüyoruz. Ama herkese de bir kez daha diyoruz ki; artık afaki sözlerle değil, somut projelerle gelin. Kürt sorunu konusunda somut projeleri olan herkes, buyursun gelsin, biz herkesle tartışmaya hazırız. Aksi halde zaman ve can kaybının ötesinde bir şey söz konusu değildir.
Kürt sorunun çözümünde İmralı’yı işaret ettiniz. Bu konuda Öcalan’ın misyonuna ve tecride dair ne söylemek istersiniz?
Tecrit; 21 yıldır ortadan kaldıramadığımız, yok edemediğimiz, normal şartları sağlayamadığımız kocaman bir yara. Çok büyük bir eksiklik. Bunun karşısında dünyanın her yerinde çeşitli eylemler yapıldı, insanlar sözünü söyledi. En son zindanda Zülküflerin, Aytenlerin, Zehraların, Mahsunların ortaya koyduğu bir eylemsellik vardı. Biz o tecridin ortadan kaldırılması için başlattığımız açlık grevinde aslında bu arkadaşların yaşamını ortaya koymasıyla birlikte sonuç alındığını biliyoruz. Onları saygı ve minnetle anıyorum. Buna rağmen devletin yetkilisi Adalet Bakanı bu konuda çıktı, 82 milyonunu karşısında tecrit kalkmıştır, avukat yasağı kalkmıştır, artık avukatları ve ailesi görüşme yapabilir dedi.
Bunu dediği için Sayın Öcalan’ın çağrısıyla eylemimizi sonlandırdık. Aslında birkaç görüşmeden sonra tecrit kaldığı yerden devam etti. Bu bir devlet politikası, çok nettir. Kendi adıma bunun bir eksiklik olduğunu söylüyorum. Biz hep tecride yoğunlaştık. Aslında tüm Türkiye’yi ilgilendiriyor, Türkiye’de hiç kimse bundan muaf değil. Kürt sorunu şuanda yaşanan bütün olgularıyla birlikte Türkiye’de yaşayan herkesi ilgilendiren bir sorun. Bu sadece Kürtlerin, Kürdistan’ın sorunu değil. Artık küreselleşen, ulusallaşan, evrenselleşen bir hal almıştır. Dolayısıyla Sayın Öcalan’ın tecritte bulunması, aynı zamanda Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun barışının da tecrit altında olduğu anlamına geliyor. Demokratik Ortadoğu’nun geleceği de tecritte.
Eğer böyleyse buna karşı başka bir çalışma, kampanya yürütmek gerekiyor. Evet, bu kampanya Avrupa’dan başlatıldı. Sayın Öcalan’ın özgürlüğü için kampanya başlatıldı. Son derece önemli bir kampanya. Daha önce başlatılması gerekiyordu. Tecrit olgusunu reddettik. Bir insanlık suçudur, işkencedir, her zaman karşı çıkacağız ama sadece Sayın Öcalan’ın üzerindeki tecridin kalkması bu sorunu çözmüyor. Çünkü artık gerçekten köklü bir çözüme ihtiyaç var. O da Sayın Öcalan’ın sağlık ve güvenlik koşulları sağlanarak, özgürlüğüne kavuşmasıdır. Ancak o zaman rolünü oynayabilir. Ancak o zaman Kürt sorunu demokratik çözüme kavuşur. Demokratik Ortadoğu, beraberinde bütün çevrelerin demokratik karaktere bürünmesini beraberinde getirir. O açından son derece önemlidir. Bu kampanyayı önemsiyorum.
Eşbaşkanı olduğunuz DTK mühürlendi, ancak çalışmalarınız sürüyor. Son olarak HDP’nin “Demokratik Mücadele Programı” kapsamında sizler de birçok kentte buluşmalar gerçekleştirdiniz, sivil toplum örgütlerini ziyaret ettiniz. Toplumda nasıl bir beklenti var?
Demokratik Toplum Kongresi hukuksuzca kapatıldı. Kongremiz geçmişte devletin en yetkili kurumları dikkate alınan, Eşbaşkanı İmralı heyetinde yer alan ve birçok önemli şahsiyetin çalıştaylarına katıldığı bir kongre iken, hukuksuz bir şekilde mühürlendi. İki aydır hem mühürlü hem de kapısında polis bekletiliyor. Türkiye’de yaşanan hukuksuzluklar karşısında çok şaşırdığımız bir olay değil. Onlarca siyasi partimiz kapatılmış, birçok sivil toplum örgütünün kapısına kilit vurulmuş, yüzbinlerce insanı KHK’larla işlerinden uzaklaştırmış, barış dedikleri akademisyenleri işinden etmiş, insanları açlıkla terbiye etmeye çalışan, içerideki çöküntü, açlığı, sefaleti perdelemek için her gün HDP’nin bir şekilde siyasetçilerine operasyon yapılan bir ortamda, şaşırdığımız bir konu değil.
Ama bizler de bu hukuksuzluk karşısında da susacak değiliz. Onlarda bunu net görmeli. Kapıya bir mühür vurulabilir ama bizim çalışma azmimize işlemez. Biz çalışmalarımıza devam edeceğiz. Çünkü biz bir mücadele yürütüyoruz. Bu mücadelede dili, kimliği, varlığı inkar edilen bir halkın mücadelesidir. Bunu yürütmek için sadece kurumların varlığı yetmez, yürekli bir çıkışa ihtiyaç var. Politik çalışmaları yürütebileceğimiz bir iradeye ihtiyaç var. O iradeyi biz kendimizde görüyoruz. O açıdan DTK içerisinde yer alan arkadaşlar bir şekilde çalışmalarımızı yürütüyoruz. Bir şekilde demokratik temelde DBP ile birlikte HDP’nin üç aşamalı programına katılım sağladık. Birçok kentte buluşmalar, ziyaretler gerçekleştirdik.
Ziyaretlerde bir kez daha Türkiye’de yaşayan bütün halkların çok acil bir ihtiyacının barış olduğunu gördük. Artık bir çözüm olsun, bir barış olsun, bir adım atılsın diyorlar. Acılardan yorulduk, ölümlerden yorulduk, zindanlardaki vahşeti duymaktan yorulduk. Bir çıkışa ihtiyaç. Bu nedenle HDP’nin yürüyüşü önemsendi. Olumlu taleplerle karşılaştık. Çok olumlu geçti. Halkımızın yoğun ilgisi vardı. Pandemiden dolayı sınırlı tutuldu. Kitlesel katılımları uygun bulmadık. O yüzden sınırlı sayıda insanlarla bir araya gelmeye çalıştık. Ancak başta kadınlar olmak üzere bütün toplumun HDP’den beklentisi çok fazla.
Tam da toplumdan “barış” taleplerinin yükseldiği bir dönemde HDP Eşbaşkanları, 1 Eylül Dünya Barış Günü dolaysıyla “Barışa Çağrı Deklarasyonu” açıkladı. Ama bölge başta olmak üzere her yanımızda savaş almış başını gidiyor; çatışmalar hiç durmuyor. Böylesi savaş ortamında “barış” nasıl sağlanır?
Bu son derece önemli bir deklarasyon. Barış zamanı diyebileceğimiz deklarasyonun etrafında kenetlenme zamanıdır. Bu, barış için isyan etmeyi gerektiren bir deklarasyon. Evet, isyan edelim. Ama nasıl bir barış? Partimiz bununda çerçevesini çizmiş. Onurlu bir barış. Ama herkesin kendisini içinde görebileceği bir barış. Kimsenin onurunu zedelemeyecek bir barış. İlkeleri olan bir barış. Bu barış sağlandığında, hiç kimse bu sistemin dışında kalmayacak. İşte öyle bir barış. Herkesin yaraları sarılacak. Herkesin; ‘evet ben yara aldım, büyük bedeller ödedim, büyük acılar yaşadım ama iyi ki barış sağlandı’ demesi gereken bir barış olgusu.
Barış, en çok kullanılan sözcüklerden biri. Ama en çok içi boşaltılan sözcüktür de. Çünkü egemenlerde bir barıştan söz ediyor. Örneğin; Amerika Irak’a barış getirdiğini iddia ediyor. Örneğin; birçok güç Suriye’ye barış getirmeye çalıştığını iddia ediyor. Türkiye Afrin’e, Serêkani’ye, Girê Spî’ye barış götürdüğünü iddia ediyor. İşgal ediyor ama buraya barış getirdik diyor. Dolayısıyla bazı kelimeleri gerçekten arındırmak, egemenlerin söyleminden çıkarmak istiyor. Biz asla onların bahsettiği bir barıştan söz etmiyoruz. HDP’nin çağrı yaptığı barış, egemenlerin bahsettiği barış değildir. Mazlumların, zulme karşı direnenlerin, işsizlerin, emekçilerin, kadınların savaştan en büyük payını almış Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri’nin, Kürt halkının, Türkiye halklarının, devrimci ve demokratların herkesin katkı sunabileceği bir barış olgusundan söz ediyoruz. O açıdan bu barış değerli bir barıştır.
Kürtler, özellikle Sayın Öcalan çok çaba sarf etti. Düşününki dağdan ve Avrupa’da iki barış grubu çağırdı. Onun çağrısıyla insanlar geldi. Türkiye o insanları aldı ve zindanlara koydu. Yıllarca zindanlarda kaldılar. Şimdi buna rağmen Kürtler barış konusunda samimi olduklarını her fırsatta ifade ettiler. Ama Türkiye’yi yönetenler, sadece hasta tutukluları bile bırakmayarak, barışa katkı sunmadılar. Sadece hasta tutsakların bırakılması talep edildi, bunu bile yapmadılar. Dolayısıyla barış olgusunun içini doldurmak gerekiyor. Barış ama egemenlerin anlamadığı dilden bir barış değil. Bu barışa susamışlığı gören bir noktadan HDP bir deklarasyon yayınladı. Bu deklarasyon son derece önemli bir deklarasyon, etrafını doldurmamız gerekiyor.
Bir kere herkes şunu bilmeli, zor durumda olduğumuz için barış demiyoruz. Çok özenle altını çizerek söylüyoruz. Biz bir direniş hareketiyiz, zulme asla boyun eğmeyen bir hareketiz. Biz ne olursa olsun, iradesini, kimseye teslim etmeyen bir hareketin üyeleriyiz. O açıdan çok durumda, hadi gelin barış yapın demiyoruz. Bu topraklar barışa susadığı için barış diyoruz. Gelin hep birlikte kanla sulanan Ortadoğu coğrafyasını artık barış fidanları dikerek, şenlendirelim. Böyle bir noktadan baktığımız için bunu önemsiyoruz, HDP bunu önemsiyor. HDP bu açıklamayı yaptı.
Kurulan yeni partilere seslenmek istiyorum; madem Kürt sorunu konusunda duyarlı olacağız dediniz. O zaman HDP’nin Barış Deklarasyonu’nun altına imzanızı atın. Çağrı yapın, ‘bizde deklarasyonu destekliyoruz’ deyin. O zaman niyetinizi anlayalım. Savaşı söylemek, savaş çığırtkanlığı yapmak kolay. Savaşın etrafında her gün rant, çıkarcı kesim birleşebiliyor. Ama barışın etrafında kenetlenmek zor geliyor. Çünkü egemenler, savaşı benimseyenler, barış sesini her zaman kısmaya çalışıyorlar. Bu ülkede barış meclisleri kuruldu, barışa dair önemli çalışmalar yürütüldü. Ama devlet hepsini görmezden geldi, hepsini yok etmeye çalıştı. Barış bedel istiyor, bu bedeli vermeye hazır mıyız?
Bunu bir isyana dönüştürürsek, bu bir barış isyanı olursa bunun bedelini de vermeye hazır olacağız. Bizler bu konuda elimizden ne geliyorsa elbette yapacağız. Ama barışı hakikaten barış olarak isteyen, bir yanıltma, zaman kazanma olarak değil, sadece barış gelmesini istiyorsa o zaman HDP’nin bu deklarasyonuna sahip çıkması gerekiyor. Başta kadınların, gençlerin, işsizliklerin, emekçilerin, aydınların, demokratların barış çağrısı etrafında kenetlenmesi gerekiyor. Barış akademisyenlerini açlıkla terbiye ederek, onların barış sesini boğmaya çalıştılar. Ama onlar dik durarak, bu konsepti boşa çıkardılar. Barış isteyene ne yapabilirler ki? Varsın yapsınlar. Bugüne kadar savaş çığırtkanlığı yapanlar ezdiler bizi. Bugün de barış için bedel ödeyelim. Hep birlikte elimizi taşın altına koyalım. Hep birlikte barış sesini yükseltelim. Çünkü egemenlerin literatüründe barış yok, varsa da sahte barıştır. Onlar yok etme, imha etme, zapt etme sözcüklerini daha çok kullanırlar.
Çünkü onlar böyle bir zihniyetle hareket ederler. Biz barış isteyenler, gerçek anlamda bir barışı sağlayabiliriz. Bu konuda HDP’nin deklarasyonu son derece önemlidir. Bunu önemsemek gerekiyor. Bizim barış talebimiz, kadının, doğanın, komünal toplum yaşama dayalı bir barış söylemidir. Bu barış söylemini güçlü kılarsak, cazip gelecektir. Hem ülke içinde hem de uluslararası arenada ciddi anlamda taraftar bulabiliriz. Yürekten inanıyorum ve herkesin bu çağrıyı önemsemesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’nin dış siyaseti de kaynayan kazan. Suriye, Irak, Libya, Yunanistan, Doğu Akdeniz; her taraf problemi ve içinden çıkılmaz hal aldı. “Komşularla sıfır sorun” politikasından buralara gelindi. İktidarın dış siyasetini ve yaklaşımın nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ortadoğu başta olmak üzere bütün dünyada büyük bir değişim söz konusu. Sancılı bir süreç ve bu süreç içerisinde daha çok Türkiye siyasetini değerlendiriyoruz. Dünya siyasetine de baktığımızda, artık sağ liberal anlayışların çok kabul görmediği, o anlayışların halklara çok bir şey kazandırmadığı, daha çok egemenlik bakış açısıyla her yeri fethetmeye çalışan bir anlayış ama daha demokrat, daha sosyal demokrat, daha kadın eksenli, daha ekoljik bir yaşam biçimini esas alan, kesimlerin daha fazla rövanşta olduğunu daha rahat belirtebiliriz. Böyle bir yaşamı özledi insanlar. Pandemi herkese gösterdi. Ne kadar malın mülkün olursa olsun, ne kadar yatın katın olursa olsun, sen eve hapsoldun, dışarı çıkamadın.
Dolayısıyla bu artık yeni bir dünyanın mümkün olacağını, bu yeni dünyanın da mevcut zihniyetle olamayacağını, herkese gösterdi. Sayın Öcalan’ın, ‘Kapitalist moderniteden edindiğim her şeyi kusarak, kendi bünyemden çıkararak, yeniden kendimi var edebildim’ söylemi var. Çünkü mevcut kapitalist modernitenin her şeyinden beslenerek, o sistemi değiştiremezsin. Sistemlerde bütün toplumu kendine bağlayarak, bu noktada artık onlara birer zincir bağlamış. Zincirle uzadığı yere kadar gidebilirsin, ötesine gidemezsin anlayışıyla hareket ediyor. Sistemden beslenmek yerine, kendi ayakları üzerinde duran, doğayla barışık olan, kadın mücadelesini önemseyen bir noktadan bakmak gerekiyor.
Bütün dünyada bunun yaşanması gerekiyor. Sol sosyalist perspektifin bu konuda hakim olması gerekiyor. İhtiyaç olan budur. Bizde Kürt hareketi olarak böyle bir perspektifle hareket ediyoruz. Ondan dolayı biz bu değişimin yaşandığı bu süreçlerde Türkiye’de ciddi bir sıkıntı yaşandığını görüyoruz. Mevcut iktidarın politikalarda tıkandığını, içte ve dışta bir itibarının kalmadığını, içteki ekonomik krizi gölgelemek için dışta savaş konseptleri devreye koyduğunu görebiliyoruz. Akdeniz’de suların ısıtılması bu nedenledir, Rojava’ya bir müdahale hazırlığı gibi görünmesi bundandır. Bu anlayışın Türkiye açısından yeni olmadığını biliyoruz. İktidardakiler, bazı şeyleri perdelemek için böyle yollara başvururlar. Ama bu artık sona geldi. AKP içteki krizi daha fazla perdeleyemez. Çünkü açığa çıktı. İnsanlar açlıktan intihar ediyor. Bunun ötesinde bir şey var mı? 21. yüzyılda senin ülkende insanlar açlıktan yaşamına son veriyorsa, bundan daha ciddi bir şey yok. AKP-MHP iktidarının sonuna geldi. Fakat giderken, gideceği tarihe kadar savaş konseptini devrede tutacak.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yeniden “idamı” gündeme getirmesi gibi mi?
İdam meselesinin yeniden gündeme gelmesi, bunun bir parçasıdır. Geçmişe bakalım, AKP iktidar döneminde, seçim meydanlarında idam ipi ile dolaştılar. Halbuki idam isteyen Devlet Bahçeli, idam cezasının Türkiye’de yürürlükten kaldırılmasını sağlayan koalisyon içerisinde yer alan bir şahıstır. Toplumu artık kandırmasınlar. İdam cezasını Türkiye’ye yeniden getirmek, bütün Avrupa Birliği sözleşmelerinden geri çekilmek demektir, Avrupa Konseyi’nden geri çekilmek demektir. Bütün uluslararası sözleşmelerden imzasını geri çekmek demektir. Asla söz konusu değildir. Türkiye böyle bir şeye karar vermiş değildir. Dolayısıyla sadece siyasete malzeme etmek için kullandıkları bir şey. Şunun da altını çizerek, hukukta yeni çıkan bir yasa geriye doğru işlemez.
Eğer düşündükleri gerçekten Sayın Öcalan üzerinden bir konsept ise, halkımız şunu çok net bilmelidir. Bugün yürürlüğe koysalar bile, Sayın Öcalan için geçerli değildir. Kaldı ki böyle bir şey söz konusu değildir. Onlar da Sayın Öcalan’ın bir şahıs olmadığını biliyorlar. Sayın Öcalan milyonlardır. Sayın Öcalan üzerinden yeniden gündeme getirmek ya da başka başka suni gündemler yaratmaya çalışıyorlar. Yani Osmanlı döneminde elinde olan bütün topraklara yeniden hakim olmaya çalışan kızılelma anlayışı ile hareket eden bir AKP var. Ama AKP şunu iyi bilmelidir; kendileri gidicidir, bu halklar kalıcıdır. Kızılelma dedikleri bazen zehirli olur, onların bünyesini zehirler, onları yok eder. Böyle bir anlayış kimseye kazandırmaz. Bundan çıkmak gerekiyor.
Yeni bir dünya mümkündür. Bu dünyada demokratik konfederal ve kadın komünal yaşamına dayalı bir anlayışla yeniden düzenlenebilir. Rojava’da bunun modeli var. O model bütün dünyayı aydınlatacak bir modeldir. Onun için bu modeli boğmaya çalışıyorlar. Sayın Öcalan üzerinde tecridi ağırlaştırmaya çalışıyorlar, KDP eliyle Kürtleri karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Ama biz bunların hiç birinin tutmayacağını, bunların artık geçtiğini, yeni bir söz kurmanın zamanı geldiğini, yeni sözü kurarken de kimin sesi güçlü çıkarsa, onların bu konuda istediği düzenin sağlanabileceğini düşünüyoruz. O yüzden sesimizi güçlü çıkarmalıyız. HDP’nin ortaya koyduğu deklarasyon etrafında kenetlenmeliyiz. Bizler halkız, halk gücünün karşısında durabilecek bir iktidar daha doğmadı. Dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Halk ayağa kalkarsa, egemenler barışın gerçek anlamını anlayacaklardır. O zaman barışı sağlamak zorunda kalacaklardır. Buna yürekten inanıyorum, bugünlerin yakın olduğunu, bu günlerin arifesinde olduğumuzu belirtebilirim.
Kürtlere, Türkiye ve Ortadoğu halklarına umut, cesaret ve çözüm adına ne söylemek istersiniz? Çağrınız var mı?
Kritik bir süreç. Her açıdan kritik, sadece Kürtler açısından değil. Dünyada yaşayan bütün insanlar açısından kritik bir süreç. Çünkü doğa bir şey söylüyor, bu sesi duymak zorundayız. Pandemi bunun sadece bir örneği. Dünyada iklim değişiklikleri başta olmak üzere çok büyük tehlikelerle karşı karşıyayız. Bütün insanlığı yok edebilecek güce sahip olan bir doğadan bahsediyoruz. Sadece kendi egemenliğini başkasının yaşamı ve varlığı üzerinden inşa etmeye çalışan o erk zihniyeti ortadan kaldırmamız gerekiyor. O zaman bizde diyoruz ki; hem Kürtlerin hem de bütün halkların kazanabileceği bir yol ve yöntem var.
Bunun için nasıl bir mücadele gerekiyor? Herkes kadınların mücadelesine baksın. Kadınlar İstanbul Sözleşmesi’ne ‘hayır’ demek için pandemiye rağmen, AKP’nin zulmüne rağmen, polisine, TOMA’sına rağmen alanları terk etmediler. Annelere baksınlar, alanları terk etmediler. Kadın mücadelesi örnek teşkil etmesi açısından tek başına bu konuda yeterlidir. O açıdan herkes kendi bulunduğu noktadan, kendi sözünü söylemelidir yüksek sesle.
Aksi halde mevcut durumdan herkesin memnun olduğu anlaşılacaktır. Hayır, memnun değiliz. Biz son gezimizde bir kez daha gördük, halkımıza dokunduk. İnsanlara gittik, sivil topluma gittik herkes ateş püskürtüyor. Ama herkes kendi bulunduğu yerde bunu yapıyor. O yüzden kendi bulunduğu yerde değil, sesimizi birleştirerek, daha gür çıkarmalıyız.
Evet, bedel ödetecekler bize. Şimdi ESP’ye bedel ödetmeye çalışıyorlar. Birçok yöneticisi gözaltına, susun diyorlar. Sesinizi çıkarmayın, çoğalmayın diyorlar. Ama biz ona rağmen sesimizi çıkaracağız. Sevgili ESP’li yoldaşlarda öyle, bütün diğer kurumlarda öyle, hep birlikte sesimizi çıkarmalıyız. Biz halkız, halkın karşısında durabilecek bir güç yok. Kendi gücümüzün farkına varalım. Hep birlikte bu faşizme ‘dur’ diyelim. Faşizmle hiçbir şekilde müzakere, uzlaşma, anlaşma olmaz. Faşizme karşı mücadele olur. Bu mücadeleyi yükseltirsek, o zaman herkes kazanacaktır.
MA / Özgür Paksoy