Metin Yeğin
Dönüp bu yazı dizisine baktığımda, biraz da anlatıcı, roman -hikâye yazıcı ya da film yapan birisi olarak, bir soruyu hem merkezde hem de sürekli canlı tutmaya çalışmış olduğumun farkına vardım; ‘Nasıl bir mekan örgütleyeceğiz’ sorusu bu. Bunu tabii ki bilerek yapıyordum ama her seferinde yakın bir gelecekte, bir sonraki hafta mesela, bir formül olarak yazacağım ve her şeyi çözeceğiz kanaati artık fazla uzamış. Halbuki böyle bir şey yok…
Böyle bir cevabım yok…
Yani size şu kadar kişiyle ve şöyle bir karar alma mekanizmasıyla, bir mekân örgütlerseniz, bu da ‘günlük devrim ihtiyacını’ -yemeklerden önce bir kaşık- karşılar diye bir şey söyleyemem tabii ki. Çok şükür ki fiziki kurallara tabii olmayan insanlık, yine çok şükür ki bir sürü yerde çok farklı durumlarda. Tek düze ve her şeyi standart hale getirmeye çalışan, Kapitalist Modernite, her şeye rağmen bunu başarabilmiş değil. Bu yüzden bir Avrupa ülkesinde, yıllarca aynı evde yaşasalar bile, hasbelkader koridorda karşılaşınca ‘günaydın’ demekten öteye gitmeyen bir ev arkadaşlığı ile ev salonunda, her gece mutlaka zaman geçirmek zorunda hissedenler ülkeleri arasında, bir mekan örgütlenmesi tabii ki farklı olacaktır. Bu yüzden özellikle kentler de bir mekan örgütlenmesi, kendisine benzer, karışık ama her biri kendine özgü.
-‘İnsanlar sevişmeyecek ise evleri neden bu kadar bitişik yaparlar anlamıyorum’ diyordu Sait Faik-
Bu aynı zamanda ‘eşitsiz günlük devrim ihtiyacı’ demek oluyor. Fakat bu, kiminde daha az ya da daha çok değil, her birinde özneye dönüşmek zorunda olanların farklı örgütlemesi. Çok karmaşık değil aslında, kendi hayatımıza ilişkin daha fazla karar almaktan başka bir şey değil. Her yerde hangi durumdaysak, oradan hareketle, daha fazla dayanışma örgütlemekten geçiyor bunun yolu.
Ancak bunların arasında ilk olanı ve çok önemlisi kendi aldığımız kararlara uyma zorunluluğumuz. Bir patron, okul müdürü ya da herhangi boyda bir otorite, bize saat 8’de gel dediğinde nasıl orada oluyorsak, kendi aldığımız kararlarda buna uymamış olmamız, günlük hayatta patronu, müdürü ya da boy boy otoriteyi kendimizden daha yukarılara yerleştirmemiz değil mi ve kendi aldığımız kararlar bütün bu saydıklarımdan daha fazla ona uymayı gerektirmiyor mu?
Yoksa aksine günlük, basit ve sıradan hayatımızda bile otoriteler dört bir yanımızda olmadıkça, bir şey yapamayacak mı haldeyiz?
Bir filminde Woody Allen’nın söylediği, her tuvalete ‘lütfen sifonu çekiniz’ diye not yazılmak zorunda olan insanlıktan -bizden- hiç mi hayır yok?