Her şey bir planla başladı aslında. Plan yüz yıllık bir idmanla çıkıp geldi. Kötülük pelerini giymiş çağın Deccal’i dört nala yetişmeye çalışıyordu öncekilerden geri kalmamak için. Sinsi ve kurnaz olmak çok basit bir hal fakat zamana yayılınca kanserli bir hücre gibi yayılabilirdi. Bu fırsat Deccal’a yer yer mola izni veriyordu. Molada pelerinini saklayabiliyor, saf ve cesur naralar atabiliyordu.
Tarih hesaplaşmayla yeniden yazılabildiği gibi inkârla da yeniden kanıksatılabilirdi. Her ihtimal bir sonraki molada kullanılabilirdi. Çünkü kara pelerini kuşanan kendini özgür sanabilirdi. Oysa onu kara pelerin kuşatınca tutsaklığını unutabilirdi. Öyle de oldu. Zafer sandığı her adım çukurunu kazan bir kürekti. Pelerin de solar bir gün.
Mevzubahis kavme dörtnala koşan Deccal soluklandı önce. Eski bin bir gece masallarından bin ikinci geceden bahsetti. Güneşin yeniden bahçelere doğduğu bir rüyayı anlattı. Kabuslarından bıkan kavim, bahçeyi görmek istiyordu. Bu güneşli bahçe için cesaretleri yüz yıldır sınanıyordu. Yılmadan cesurca ölüyorlardı. Cellatlar bıkmıştı bu korkusuzluktan. Deccal için her şey pelerindi ve sonraki karanlıktı.
Bir gün Deccal ahaliye fısıldadığını meydanlarda en üst perdeden söylüyordu. Kardeşlerim diyordu, inkâr diyordu, özürlerle savaşların sonuçlarını bir matematikçi gibi hesaplıyordu. Yeri geldiğinde ağlayabiliyordu. Çünkü Deccal en yakınındakini günah keçisi ilan edip ilk taşı atabiliyordu. Bu tarihte ender rastlanan hesaplaşma herkesi şaşırtıyordu. Çünkü Deccal’in en önemli marifeti şaşırtmaktı. Bunun için yeri geldiğinde din ve bayrakla her şeyi unutturan iki söylev yeterliydi. Sınırlar ve büyüklükler.
Bir de çağın tanıkları vardı. Maddenin de mananın da, suçun da günahın da terazisine yeri geldiğinde tekmeyi atabilecek, pelerinden tutabilecek uzatılmış tırnaklarıyla bekleyenler vardı. Deccal dörtnala koştukça, pelerini onu kıştan da yazdan da koruyunca, kendini yenilmez sanıyordu.
Yeri geldiğinde cesur halkla barışmak için müjde diye zindanlardan bahsedebilecek kadar hoyrat, kendini tutamayacak kadar saldırgan, söylediklerini reddedebilecek hatta bunun için kanıtları komplo ile geçiştirecek kadar kurnazlıkta yarışırken, denilen ve edilen arasındaki fark körlerin bile gözlerini açtı. Ama pelerin vardı ama dörtnala koşturabiliyordu. Buna gördüğü gece kadar inanıyordu. Çünkü Deccal’in kendisi inanarak başlamıştı ve herkesi inandıracağından çok ama çok emindi. Pelerin de ondan emindi, o da pelerinden. Kuşanıp koşan bir kötülük çağın içinde çığırarak dolaşıyordu.
Yasaklanmış isimlerden mezarlara kadar yürüyecek zehirli bir su kanalı açtı en önce. Rüzgarın hışmı, fırtınanın hapisliği, birkaç düğümle engellenen kutsal yoldaki engebe, şanstı hepsi. Talih bir izi tarih diye yazdıracaktı. Deccal buna çatık kaşıyla, paranoyalarıyla inanıyordu. Öyle ya, Deccal inandıkça inandıracağını sanıyordu.
Çağın karamsarlığı, pelerinin gölgesi, gamsız edimiyle dörtnala giden Deccal savrulmayı aklından geçirmiyordu. Dört duvar zindandı, evin duvarları saraylarla büyürken, bunun kuşatma olacağını hiç aklına getiremedi. Deccal fena halde kendine inanmışken, korkularının çemberinde hareketsiz kalmaya mahkum oluyordu.
Miras vardı diğer taraftan, hatırlamak vardı devredilen. Bu en zarafetli ve o kadar direngen tavır yüzyıllarca sürebilecek büyük bir ihtimaldi. O ihtimal pelerinin kara gölgesinden apaçık ve göğünde gökkuşağı açabilen bir mavilik rüyasıyla gerçeğe meydan okuyabilirdi. Bağrında yıldızlı geceden gayri bir kararlılık istemeyenler Deccal’in rüyasını kabusa çevirecek kudrete sahipti.
Varsın Deccal korkularının esiri olarak korku saldığını ve hükmettiğini sanadursun. Kokusu toprak çatlatan bu haysiyetsizlik, pelerini savurup ‘Deccal çıplak’ diyecek kadar cesur adımlarla atı yılkıya bırakacak ve nam salacak tarihe.
Pelerin mecazdı, at koşar ama gitmezdi. Deccal’in bekası herkese belaydı. Eşyanın tabiatına şirk koşanlar lanetini beraberinde taşıyanlardı. Diğer yandan güneş kendi etrafında da dünyanın etrafında da dönebilendi. Kapkara yolu soldurup gün ışığını dünyaya armağan edebilendi. Namusu namluya sürüp ezber ahlakı nişangâh belleyendi. Toynak seslerinden duyulmayan çığlık bağıracaktı bir gün: Kazanan kalmadı, direnenler hep vardı!
Haftanın kitap önerisi: David Foster Wallace, İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler / Çeviren: Sabri Gürses, Siren Yayınları