Ahmet Tulgar-Pazartesi söyleşisi
Nesrin Nas, Türkiye’nin önde gelen iktisatçılarından biri olmanın yanı sıra önemli bir siyasetçi de. Son yıllardaki birçok demokrasi ittifakında sözcülük yapan Nesrin Nas, Türkiye siyasetinin özgül koşulları sebebiyle hep solcular ve Kürtler ile yan yana oldu. Oysa Nesrin Nas, ANAP’ın genel başkanlık koltuğuna kadar yükselmiş ve merkez sağ siyaseti iyi tanıyan bir isim. Nesrin Nas ile Ali Babacan ve Abdullah Gül’ün yeni parti kurma girişimlerini konuştuk.
Siz merkez sağı iyi tanıyan bir siyasetçisiniz. Ali Babacan, Abdullah Gül gibi isimlerin kuracağı parti merkez sağa mı oturmayı hedefliyor, yoksa sadece bir tepki hareketi mi?
Abdullah Gül’ün desteğiyle Ali Babacan’ın kuracağı söylenen siyasi partinin hedefinin, uzun süredir dile getirilen merkez sağdaki boşluğu hedeflediğini düşünüyorum. Kuşkusuz her yeni siyasi arayış aynı zamanda bir tepkidir. Mevcut düzene, statükoya bir tepki olarak ortaya çıkar ve toplumda var olduğu düşünülen tepkinin akacağı adres olmayı hedefler. Gül de, Babacan da siyasi yapıdan devlet etme biçimine ve ekonomiye uzanan ve Erdoğan’ın aklı dışlayan kutuplaştırıcı siyaseti nedeniyle Türkiye’nin çok derin bir yapısal kriz yaşadığını görüyorlar.
Bu kutuplaşmanın bir cenahında Sünni Müslüman bir dünya görüşüne sahip yüzde 60’lık bir çoğunluk, diğer cenahında ise kentli liberallerden, Alevilerden ve Kürtlerden müteşekkil bir kitle var. Bu kutuplaşmayı tehlikeli kılan ve çözümü de bir o kadar güçleştiren şey, bunun siyasi görüşler arasında değil dünya görüşleri arasında yaşanıyor olması. Dolayısıyla her sorun bir kriz alanı. Erdoğan da bunun böyle olmasını istiyor. En ufak bir sorunu dahi ülkenin ruhu ve geleceği ile ilgili bir krize dönüştürerek, sürekli bir kriz yönetimi ile toplumu diken üstünde tutuyor ve iktidarını muhkem kılıyor.
Babacan ve arkadaşları Erdoğan’ın politikalarına karşı çıkarken neyi, nasıl bir partiyi model alacaklar sizce öyleyse?
Babacan ve arkadaşları yeni bir merkez sağ siyaseti derken, sanırım bu kutuplaşmayı, kimlikleri, inançları aşan bir siyasi partiyi kastediyorlar. Bu kısmen 1983 Anavatan Partisi’nin dört eğilimini çağrıştırıyor. Ama bugün hem Türkiye’deki kutuplaşma çok daha derin hem de sorunlar çok daha ağır. Üstelik dünya da çok hızlı bir dönüşüm içinde ve devletin tüm aklını ele geçiren bir yönetim nedeniyle Türkiye, dünyayı okumayı bıraktı, kendini hızla medeni dünyanın dışına atmaya çabalıyor. Kısaca tarihsel tekrarlar hiçbir zaman aynı olmaz. Şu anda Türk milliyetçiliği ile İslamcılık el ele yürüyor. Ama İttihatçı gelenek de AKP’nin yanında saf tutmuş durumda. Bu nedenle ‘önce devletin kurtarılması gerekir’ tezinin hâlâ geniş bir desteği var. Üstelik, Bahçeli ve Erdoğan başkanlık rejimine değiştirilemezlik kılıfı giydirmeye çalışıyorlar. Halihazırda tüm kurumlar tek adamın otoritesini her şeyin üzerinde tutan bir anlayışla dizayn ediliyor. Böyle bir durumda 1983 Anavatan’ını yeniden inşa etmek, ya da 2002’nin AKP’sini canlandırmak son derece eksik ve yetersiz kalır.
AKP’nin zaman içinde nasıl totaliter bir parti-devlete dönüştüğünü gördük. AKP’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın icazetini almadan bu isimlerin AKP’ye bir alternatif oluşturması mümkün mü? Bu partinin kuruluşunda bir danışıklı dövüş olamaz mı?
Bunun bir danışıklı dövüş olduğu kanaatinde değilim. Babacan’ın açıklaması Erdoğan tarafından kabul edilmesi mümkün olmayan bir ihanettir. Bu çıkışın Erdoğan’ı çok kızdırdığını Erdoğan’ın sözlerinden anlıyoruz. Erdoğan, Babacan’a, Gül’e kırgınlığını ve kızgınlığını saklamıyor. Kendisine bu konuda soru soranlara “Bu sorulur mu Allah aşkına! Bunlara kırgınlık olmayacak da kime olacak… Ali Bey’in kendisine de söyledim; Yolunuz yolunuzdur eyvallah ama şunu unutmayın ki bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok. Siz bunu yapıyorsunuz. Bunun parçalanmasıyla da bir yere gidemeyeceksiniz’ dedim” diyerek cevaplıyor. Özellikle “ümmeti bölmek” vurgusuna dikkat çekmek isterim. Bu öyle sıradan bir söz değil. Erdoğan’ın her şeye rağmen ikna ettiği muhafazakâr kitle için de önemli. Erdoğan’a 31 Mart seçimlerinde oldukça yüksek oy veren Anadolulu muhafazakar kitle için Erdoğan ve Erdoğan Türkiyesi’nin ümmet liderliği hâlâ çok önemli. Öte yandan, Babacan ve Davutoğlu’nun parti kurmasına “danışıklı dövüş” demek, Erdoğan’ı, uzun süre kendisine atfedilen ‘büyük siyaset dehası’ olarak görmeye devam etmektir düşüncesindeyim.
Parti kurucuları arasında isimleri geçen siyasi figürler en kritik dönemlerde sustular. Neden şimdi harekete geçtiler?
Bunun birçok sebebi var. Babacan ve arkadaşları da uzun süredir bu tepkilerini kamuoyu önünde çok açık olmasa da ortaya koyuyorlardı. Muhafazakâr yapılarda tepkiler, demokratik ve liberal yapılardaki gibi kamuoyu önünde açık ortaya konmaz. Sözlerden ziyade tavır ve tutumlar öne çıkar. Liberal partilerde eleştiri hatta çok seslilik varken, sol partilerde hizipler arası denge siyaseti vardır. Babacan da, uzun süredir partinin dışında kalarak, milletvekili olmayarak, ya da Erdoğan’ın da söylediği gibi önerilen görevleri kabul etmeyerek mevcut durumu onaylamadığını parti tabanına ilan etmişti. Gül de öyle. Erdoğan’ın destek çağrılarına cevap vermeyerek ya da katıldığı toplantılarda demokrasi ve hukuk devletinin öneminin altını çizerek tepkisini ortaya koymuştu.
Muhafazakâr kitleyi tanımayan bizler için bu tip üstü kapalı mesajlar pek bir şey ifade etmese de, muhafazakâr kitle için epey yüksek sesli konuşma sayılır. Ayrıca, 2013 yılına kadar ekonomide de işler fena gitmiyor, rant dağıtımı tüm hızıyla devam ediyordu. Piyasalar da böyledir. Herkes (burada parti elitlerini ve yandaşlarını kastediyorum) kazanırken, kimse pişmiş aşa su katmak istemez. Eleştirenler, davaya ihanet edenler olarak yaftalanır ve kitlelerin önüne atılır. Ben, Gül ve Babacan’ın zamanlama konusunda epey bir gel git yaşadıklarını düşünüyorum. 31 Mart ve 23 Haziran’da toplumsal muhalefetin Millet İttifakı ve HDP ile birlikte açtığı yol olmasaydı nasıl bir tutum alacaklarını doğrusu bilmiyorum.
Normalde etable, kurumlaşmış bir partinin içinden yeni bir parti çıkmadan önce bir hizip hareketi oluşur, bir iç mücadele olur partide. AKP’de böyle bir şey oldu da ben mi duymadım? Ali Babacan ekibi partinin içi dinamikleriyle mi oluştu, dışarıdan müdahale ve telkin ile mi?
AKP’nin yapısı, yaslandığı taban, ümmet söylemi, reis kültürü parti içi hiziplere ya da mücadeleye izin vermiyor. Partide her şey bunun olmaması için yapılmış zaten. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nın yanı sıra parti başkanlığını da üstlenmesi, partinin kılcal damarlarına kadar kontrol altında tutulması içindir. AKP’li belediye başkanlarının, bakanlarının bir gecede kapının önüne konması da bu nedenledir. Babacan ve ekibinin parti içiyle ve kanaat önderleriyle temas etmeden adım atacağını düşünmüyorum. Mutlaka iç ve dış sermaye çevrelerinin de uyarı ve cesaretlendirmesi olmuştur. Gül, bu çevreler için makul, konuşulabilir ve öngörülebilir bir siyasi figürdür. Babacan da ekonomik kurumların işleyişine politik müdahaleler yapmayan, liberal piyasa kurallarına riayet eden ve kapsayıcı hukuki güvenliğin önemini kavrayan siyasetçi olarak tanınmıştır. Sermaye çevrelerinin, alacaklıların, yatırımcıların ülkenin tıkanmış damarlarının açılışında sürpriz yapmayacak, dilini, üslubunu bildiği siyasetçiler arayışında olması sürpriz değildir. Babacan da onlar için birlikte yol yürünecek bir figürdür.
Sistemin refleksleri mi harekete geçti? Egemen sınıflar olası bir sol iktidara karşı bir savunma mekanizması olarak mı Babacan ve arkadaşlarına yöneldi?
Kuşkusuz sistemin refleksleri devreye girdi. Ama bunun solun muhtemel iktidarına karşı olduğunu söyleyemem. Çünkü bu çok derin bir yapısal kriz. A’dan Z’ye tüm sorunlarımız olanca ağırlığıyla yüzümüze çarptı. Devletin yeniden adalet, eşitlik, dürüstlük, özgürlük, hak ve hukuk temelinde yeniden inşası gerekiyor. Yeniden toplum olmamız gerekiyor. 23 Haziran’da İstanbul’da İmamoğlu’na oy veren 5 milyona yakın insan bir siyasi ideolojiden hareketle oy vermiş değil. Bir itirazları var. Ama bu itirazları Erdoğan’a ya da AKP’ye değil. İtirazları ülkenin sorunlarının çözülemeyeceğine olan ve mevcut iktidarın bu yapısıyla bu sorunları çözemeyeceğine olan itirazdır. Şimdi bunun ortak bir programa dönüştürülmesi lazım. Kısa ve kestirme yollar maalesef yok. Bu da ancak geniş bir toplumsal uzlaşmayla yapılabilir. HDP’nin 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerindeki tutumu hepimize örnek olmalı,
HDP ile CHP’nin iki seçimde dayanışma yapması, devletin, Kürt toplumundaki sağ oyları kurtarma çabasına girmesine neden olmuş olabilir mi bu partiyle?
Türkiye, Kürt sorununu çözmeden geleceğe adım atamaz. Toplumsal birliğinden demokrasisine, barışından dış politikasına kadar her meseleye Kürt sorunu damgasını vuruyor. Bu nedenle Kürt sorunu sağ ve sol siyaseti çok çok aşan bir realite olarak ortada. Türkiye’de demokrasinin tesisi de hukukun üstünlüğü de, temel hak ve özgürlükler de hep Kürtler bahane edilerek, milli birlik ve beraberliğe dayalı bir güvenlik devletini tesis etmek için çiğneniyor. Bugün de Türk milliyetçiliği ile İslamcılık el ele, diğer her şeyin üstünde bir varlık olarak devleti yüceltme yaklaşımıyla rasyonaliteyi imha ediyor. Rasyonalite yeniden tesis edilmeden demokrasiye, adalete, hukuk devletine ilişkin hiçbir sorunu çözemeyiz. Ancak rasyonalitenin yeniden tesisi için de Kürt sorununu çözmek gerekiyor.
Bugün CHP de bunu görüyor. Siyasetsizleşmenin de, anayasasızlaşmanın da bahanesi olarak hep Kürtler öne sürüldü. Öte yandan Erdoğan ve Bahçeli ikilisinin bu sorunu bir Türk sorununa dönüştürdükleri de bir gerçek. Ancak CHP de, kendini ‘devlet’ partisi olmaktan kurtaramıyor. 23 Haziran’da HDP’nin demokrasiye alan açma tutumuyla bu, bir ölçüde değişmiş gibi görünse de, CHP’nin gerçek bir barış projesini ortaya koyması ve sahiplenmesi için, onu cesaretlendirecek bir ortağa ihtiyacı var. Özellikle Anadolu’daki muhafazakâr Türk milliyetçisi seçmenin bir kısmını yanında tutacak ve çözüme ikna edecek bir siyasi partinin varlığı bu konuda kritik bir rol oynayabilir. İYİ Parti’nin yapısı bu konuda CHP’ye yardımcı olmaktan uzak.
Ali Babacan ve ekibi halktan kendilerine güvenmesini istediğinde, neye, hangi başarılara gönderme yapacaklar?
Ali Babacan, global piyasaların etkisiyle de olsa, ekonominin canlı olduğu, refahın arttığı, Türkiye varlıklarının değer kazandığı bir dönemde ekonominin başında bulunan biri olarak hatırlanıyor. Kaldı ki, ekonomik kurumları günlük siyasetin dışında tutması, Erdoğan’ın tepkisini kendisi karşılayarak ekonomi bürokratlarının rahat çalışmasını sağlaması da onun artısı. Babacan sonrasında ekonominin hızla bozulmasının asıl nedeni dünyada bol para döneminin bitmesiyle ilgili olsa da, Erdoğan’ın sık sık seçim yapması, bu nedenle ekonomiye müdahalelerinin artması, Babacan döneminin özlemle anılmasına yol açtı. Hukuku, adaleti ve demokrasiyi öne çıkaran konuşmaları da, ekonomide kötüye gidişin sebebinin Erdoğan’ın Başkanlık sevdası olduğu kanaatini AKP çevrelerinde dahi güçlendirdi.
Selahattin Demirtaş ve Ekrem İmamoğlu’na toplumdaki teveccüh birilerinin iştahını kabartmış görüntüsü çıktı ortaya. Babacan ve ekibi bu konuda ne yapacak? Toplumu fırsatçılık, oportünizm yapmadığına nasıl ikna edecek?
Evet AKP tabanında bir arayış var. 23 Haziran’da sandığa gitmeyen AKP’lilerden ve 31 Mart seçimlerinde AKP’ye oy vermediği için MHP’ye kayan AKP seçmenlerinden bunu okumak mümkün. Özellikle gençler ülkenin geleceğinden umutsuzlar ve öfkeliler. Tüm hayatlarının merkezden denetlendiği, ne yiyip ne içeceğinden, hangi internet sitesine gireceğine hangi okulda okuyacağına ve neleri öğrenip neleri öğrenmeyeceğine kadar Ankara’da oturan bir büyüğün karar verdiği bir ülkede yaşamak istemiyorlar. Bunu da açıkça söylüyorlar. İmamoğlu’na yönelmeleri de, Demirtaş sevgisi de bunu gösteriyor. Eşit, saygın birer yurttaş olmak istiyorlar. Geleceğe güvenle bakmak istiyorlar. Kadınlar da öyle. Gençler ve kadınlar kendileriyle tehdite ve korku salmaya dayalı bir siyasi ilişki kurulmasını istemiyorlar. AKP’li seçmenlerin çoğunluğu da yoksulluğun kalıcılaştığını görüyor. Türkiye’nin gerildiğini hissediyor. Bu nedenle yeni aktörlerin sahneye çıkışını destekliyor. Bunu fırsatçılık olarak görenler elbette var olacaktır ama çoğunluk Erdoğan’ın temsil ettiği siyasetin iflas ettiğini ve Erdoğan’ın olağandışı araçlara başvurarak yoluna devam etmek istediğini, bunun da Türkiye’yi çok daha zor günlere sürükleyeceğini öngörüyor.
Siyasilerin söylemlerini kimse unutmaz
Ahmet Davutoğlu, Kürtlere karşı açılan savaşın yürütücüsü oldu. O dönemde halktan büyük kayıplar oldu, Türkiye demokrasisi de büyük yaralar aldı. O döneme dair en ufak bir özeleştiri duymadık. Özeleştiri vermeden, halktan özür dilemeden halkın karşısına çıkabilir mi Ahmet Davutoğlu ya da nasıl çıkıyor?
Davutoğlu konusunda haklısınız. Suruç ve Ankara katliamları sırasında söylediği vicdanları kanatan “oylarımız arttı” sözü akıllarda. Cizre, Sur, Nusaybin, Silopi hiçbiri unutulmadı. Cizre ziyareti sonrasında bir grup arkadaşımla kendisini ziyaret edip, durumun vahametini anlattığımız toplantıda da sürekli içeriği ve kapsamı muğlak “kamu güvenliği” vurgusu yapması da benim aklımda. Bugün Türkiye’yi büyük bir çıkmaza hapseden Suriye politikasına ve Rusya ilişkilerine hiç değinmiyorum bile. O nedenle sorunuzu cevaplarken sadece Gül ve Babacan hareketine vurgu yapmayı tercih ettim. Kaldı ki, siyasete girmesine ön ayak olan Gül dahi Davutoğlu’nu yeni kurulacak partide görmek istemiyorsa fazla da bir şey söylemek gerekmez kanısındayım.