Auschwitz’ten sağ çıkan Primo Levi’nin sonraki hayatında peşini bırakmayan soru şuydu: “Bir başkasının yerine yaşıyor olduğun için mi utanıyorsun? Özellikle: Daha geniş yürekli, daha duyarlı, daha bilge, daha yararlı, yaşamaya senden daha layık bir insanın yerine?”
İtalyan yazarın “Boğulanlar, Kurtulanlar”* adlı kitabında detaylıca anlatmaya çalıştığı bu hissiyat istisnai değildi, toplama kamplarından kurtulan birçok kişinin ortak ruh halini yansıtıyordu. Bugünlerde Covid-19 nedeniyle yakınlarını kaybedenlerin de kapıldığını tahmin edebileceğimiz bir sendrom. Çok fazla kurban verilen travmatik olaylarda ölmeyip de hayatta kalanların kapıldığı o tuhaf utanç ve onu besleyen suçluluk duygusu: Hayatta kalanın suçluluğu (survivor guilt).
Türkiye’de mevcut hukuksuzluk ve pervasızlık karşısında hissettiğimiz aciziyeti, Nazi toplama kamplarında türlü zulümlere maruz ve tanık olanlarınkine benzetmek hadsizlik olur, o kadar ileri gitmeyelim; fakat kabul edelim ki bu karanlık dönemde bu coğrafyada yaşıyor olmak başlı başına travmatik bir deneyim. Bu dönem kapanıp da toz duman dağılınca, dönüp geriye baktığımızda neler hissedeceğiz? Ölmediğimiz veya hapiste çürümediğimiz için kendimizi şanslı mı sayacağız? Yoksa Levi’ninkine benzer bir suçluluk duygusu mu kemirecek içimizi?
Adeta bir kötülük fırtınasına yakalanmış gibiyiz. Biz kabuğumuza çekilmiş dinmesini beklerken, önüne set çekemediğimiz adaletsizlikler aramızdan sürekli birilerini alıp götürüyor. Böyle giderse fırtına kolay dinmeyecek, daha da beter yıkımlar getirecek belki, fakat -ona karşı örgütlenebilecek direnişin gücüne bağlı olarak- karanlık er ya da geç sona erecek. O gün gelip de kafamızı çıkardığımızda, korkusuzca aynaya bakabilecek miyiz? Retorik sorulara son verip Levi’nin metinlerine dönelim en iyisi.
Okuyanlar hatırlar, Levi aynı kitabın “Gri Bölge” başlıklı bölümünde sonradan meşhur olacak bu kavramını açmaya çalışır. Kurbanlarla failler arasındaki ara tonlara bürünen mahkumlara yakıştırdığı isimdir Gri Bölge. Toplama kampı gibi cehennemi bir yerde bile, mazlum ile zalim, yani “biz” ve “onlar” siyah ve beyaz kadar net bir şekilde ayrılmamıştır; zulme maruz kalan o “biz”in içinde biraz daha imtiyazlı, zalime yakın duran, “onlar”la işbirliği yapan, düşmanın ufak tefek işlerini görenler vardır, işte bunlar Gri Bölge sakinleridir. “Lagere en azından aynı talihsizliği paylaşan insanların dayanışması umularak giriliyordu, ancak umulan dayanışmayı sağlayacak kişiler birkaç özel durum dışında yoktu; bunun yerine kendi içine kapanmış binlerce tekillikler ve bu tekillikler arasında umarsız, gizli ve sürekli bir savaşım vardı.”
Özel durum dediği, sayıları az da olsa kamplarda direniş örgütlemeye çalışanlardı. Oradan sağ çıkabilenler içinde utanç duygusu hissetmeyen tek kesim onlardı. Diğerlerinin payına ya Gri Bölge’ye sığınarak hayatta kalmış olmanın utancı ya da diğerleriyle dayanışma gösteren direnişçiler arasında olmamanın, onca gaddarlık karşısında bir şey yapamamış olmanın suçluluk duygusu düşecektir.
Geçen hafta şu haber düştü önümüze: “Yoğun bakımdaki seyyar satıcı hastanede hayatını kaybetti. Kurban Bayramı’nın 4. gününde Erzincan’da mesire alanında mısır satarken zabıta tarafından tezgahına el konulan seyyar satıcı Yavuz Polat üzerine benzin döküp kendini yakmıştı.”
Yavuz Polat, Tunus’lu kardeşi Mohamed Bouazizi’nin hikâyesini duymuş muydu acaba? Hani 2010 yılının son günlerinde zabıta tezganına el konunca üzerine benzin döküp kendini yakan, bir kaç hafta sonra hastanede ölünce Arap devrimlerinin kıvılcımına dönüşen seyyar satıcıyı?
Bir yanda zalim muktedirler; diğer yanda zulme direnen ve bunun bedelini ağır şekilde ödeyen, öldürülen, yakılan, hapse tıkılan, açlıktan ölen, saçlarından tutulup yerde sürüklenen, vb kurbanlar. Ve ikisi arasında kalan gri bölgede ikamet eden büyük çoğunluk, yani biz. İleride, “hepimiz oradaydık” diyecek olmanın utancıyla yaşamaya mahkum olan sessiz çoğunluk.
(*) Primo Levi, “Boğulanlar, Kurtulanlar” (Çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, 1996)