Türkiye değişik bir ülke. İhtiyacımız olduğu halde neyin noksanlığını çekiyorsak en çok onun adı dillerde dolanıyor. Sanki varmış, sanki mümkünmüş gibi. Grev de bunlardan biri.
İşçi sınıfının tarihsel kazanımı, en büyük silahı. Son dönemde farklı uçlardaki siyasilerin dilinde. Cumhurbaşkanı son bir yılda adeta her köşe başında düzenlediği mitinglerde sık sık grevleri yasaklarıyla övündü. “Bizimle beraber grev denilen olaylar ortadan kalktı”, doğrudan onun ifadesi.
İktidarın sermaye ile arasındaki karmaşık çıkar ilişkileri göz önüne alınınca bu ifadelerin mesajını almak kolaylaşıyor. Fakat grev karşıtlığı iktidarla sınırlı değil. İşçilerin grev hakkı ‘sol’dan ‘sağ’dan çekiştiriliyor. CHP İzmir Milletvekili, eski DİSK Genel Başkanı, ondan önce eski DİSK Genel İş Sendikası Genel Başkanı Kani Beko, 1 Mart akşamı sosyal medya hesabından İzmir Karabağlar Belediyesi’nde süren DİSK’e bağlı Dev Turizm İş Sendikası grevini kastederek şu görüşleri paylaştı: “Grev bir anlamda işsizliktir. Grevin kazananı olmaz. Grev her iki tarafın da aslında istemeyeceği bir seçenektir, dolayısıyla da uzlaşmanın bir yolu bulunmalıdır.”
Hayatının önemli bir bölümünü sendikal mücadele içinde geçirmiş deneyimli bir sendikacının grev üzerine sarf ettiği bu sözlere katılmam mümkün değil. Çünkü grev hakkı işçi sınıfının büyük bedeller ödeyerek kazandığı tarihsel bir haktır. Sendikal hareket ve toplu sözleşme düzeneği grev hakkı olmaksızın güdük ve eksik bırakılmış olur. Zira işçilerin patronlar karşısında sahip olduğu en etkili güç “üretimden gelen güç”leridir ve çoğunlukla haklı taleplerini kabul ettirmenin tek yolu bu gücü kullanabilmektir.
Kaldı ki Türkiye’de yasaların tanıdığı grev hakkı her yönden budanmış durumda. Yasal mevzuat yalnızca toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması durumunda yapılan grevleri “kanuni grev” kapsamında değerlendiriyor. Siyasi grev, dayanışma grevi, genel grev gibi kavramlar adları anılmadan “kanun dışı grev” statüsünde sokulmuş durumda. İşçilerin sosyal, toplumsal konularda üretimden gelen güçlerini kullanma ve duruma örgütlü bir politik aktör olarak müdahale hakkı yasal olarak yok.
Öte yandan “kanuni grev” yapılabilmesi için de bin dereden su getirmek gerekiyor. Bir sendika hem iş kolu hem işyeri barajını geçecek ardından bakanlıktan toplu sözleşme yetkisi alacak; Toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlık durumu çıkacak; Bunun üzerine grev kararı alsa bile grev oylaması istenirse işyerindeki sendika üyesi olsun olmasın tüm çalışanların katıldığı grev oylamasından grev kararı çıkacak ki greve çıksın. Okurken bile zorlandınız değil mi?
Türkiye’de tüm bu zorlukları aşıp greve çıkıldığı anda ise devreye grev yasağı giriyor. DİSK-AR tarafından hazırlanan ve 27 Şubat’ta açıklanan Sendikalaşma Raporu’na göre AKP döneminde 7’si OHAL dönemi olmak üzere toplam 16 grev, erteleme adı altında fiilen yasaklanmış. OHAL durumu dışında da Bakanlar Kurulu’nun “genel sağlığı ve milli güvenliği bozucu nitelikte bulursa” grevleri 60 gün erteleme yetkisi var. Erteleme aslında yasak anlamına geliyor. Ertelenen grev yeniden yapılmıyor, toplu sözleşme süreci önce arabulucuya sonra Yüksek Hakem Kurulu’na havale ediliyor. İçinde işçi, “işveren” ve devlet kesimi temsilcileri bulunan bu kurul son karar merci olarak tanımlanıyor. Kurulda genelde işveren kesimi ile devlet ittifakı sonucu patron lehine kararlar çıkıyor ve tarafların karara itiraz hakkı bulunmuyor. Yine DİSK-AR raporunda AKP döneminde grev eğiliminde ciddi bir gerileme yaşandığı şu verilerle ortaya konuyor: “1984-2002 döneminde yıllık ortalama greve çıkan işçi sayısı 40 bin 823 iken, bu sayı 2002-2017 döneminde 5693’e geriledi. “
Grev değil de grev yapılamamasının sonucunun ne olduğunu düşük ücretlerle ağır koşullarda çalışan Türkiye işçi sınıfı iliklerine kadar hissediyor. Çünkü sendikal mevzuat işçinin toplu pazarlık gücünü kullandırtmamak üzerine kurulu. O nedenle çoğu kez hak alıcı mücadelelerin fiili, meşru ve militan bir çizgiyde yükseldiğine tanık oluyoruz.