Şilan Bingöl
Glotofobi, gündelik hayatın içerisinde daima bir şekilde maruz kaldığımız veya kendimiz bizzat uygulayıcısı olduğumuz bir şiddet türünü açıklamak için ortaya atılan bir kavram. Dilsel ayrımcılıkları belirtmek için kullanılan bu kavram, dilsel sepeplerden ötürü, bir bireyi/grubu/toplumu etiketleme veya dışlama sürecini ele alır. Onu diğer bir çok şiddet ve ayrımcılık türünden ayıran ve aslında daha amansız hale getiren ise, daha görünmez oluşudur. Çünkü, dilsel ayrımcılıklar genel olarak bilinmeyen, tanınmayan ve karşılaştığımız zaman pek de önemsenmeyen durumlardır. Bununla beraber, sık sık ve olağan bir şekilde, gündelik hayatta karşımıza çıkar.
Her ne kadar bu durum, her yerde, daima karşımıza çıkan ve bazılarımızın farkında olduğu bir şiddet türü olsa da, kavram, sosyal dilbilimci Philipphe Blanchet tarafından yazılan ve 2016’da yayımlanan,” Discriminations : combattre la glottophobie” ( Ayrımcılıklar : glotofobiyle mücadele etmek) kitabıyla beraber popüler hale geliyor. Blanchet, konuyu çeşitli kavramlarla açıklayarak ve Fransızca’nın ayrımcı kullanımı üzerinden çeşitli örnekler vererek, bizlere geniş bir tartışma sunuyor.
Glotofobi nedir ?
Glotofobi, yanlış, aşağı, kötü olarak olarak görülen bazı dilsel formlar üzerinden -diller, lehçeler, dillerin kullanım şekilleri- kişinin dışlanmasını, dile yönelik reddetme, baskı, nefret ve aşağılama gibi durumları kapsar. Bu dilsel ayrımcılık sadece bir dilin konuşma biçimleri (Bir Fransız aksanına sahip olmak gibi mesela) üzerinden yapılmaz, ayrıca konuşulması beklenilen, değerli görülen, dayatılan, egemen dil dışındakı diğer diller üzerinden de yapılır. Elitist hegemonik dil üzerinden geliştirilen dilsel ayrımcılıklar, çeşitli şekillerde zorla kabul ettirilmeye çalışılır. Bu durum ise dediğimiz gibi, yöresel bir aksana karşı bir ayrımcılık olabileceği gibi, hegemonik dil dışında konuşulan başka bir dilin yok sayılması üzerinden de geliştirilebilir.
Örneğin Fransa’da ideal olan Fransızca, Paris Fransızcası’dır ve bunun dışında kalan her türlü dil ve konuşma formu da bir şekilde dilsel ayrımcılığa maruz kalır. Ulus devletlerın ortaya çıkışı, sömürgeci ideoloji, vatandaşlık kavramını kendisiyle beraber standart dilin inşasını getirmiş, bu durum ise her türlü dilsel ayrımcılığa zemin hazırlamıştır. Burdan yola çıkarak ise, sömürgeci glotofobiden bahsedebiliriz ki bu noktada, dayatılan resmi dil dışında diğer diller yok sayılmakta ve hiç bir sekilde kabul görmemektedir. Buna daha sonra Türkiye örneği üzerinden değineceğiz.
Peki glotofobi nasıl yayılıyor, neler bu durumun sürmesine yardımcı olup yeniden üretiyor ? Bu noktada okullar, göz ardı edilemez derecede önemli bir role sahip. Devletin ideolojik aygıtı olarak okullar, elitist hegemonik dili dayatarak, eşitsizlikleri ve ayrımcılıkları sürekli olarak yeniden üretiyor. Buradan yola çıkarak Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün bazı kavramlarıyla konumuzu biraz daha açmaya çalışacağız.
Kültürel sermaye bağlamında glotofobi
Bourdieu, toplumsal eşitsizliğin sürekli olarak yeniden üretildiğini söyleyerek, bunun temelini, sermaye aktarımına dayandırır.Örneğin Bourdieu’nün bahsettiği sermaye türlerinden biri olan ekonomik sermaye sayesinde çocuk, toplumsal basamaklardan asla düşemeyecek, aileden aktarılan ekonomik sermaye sebebiyle toplumsal eşitsizlik kendini yeniden üreterek yoluna devam edecektir. Fakat Bourdieu tam da bu noktada, hem konumuzla alakalı olan, hem de özellikle okullarda toplumsal eşitsizliğin yeniden üretimine sebep olan başka bir sermaye türünden bahseder: Kültürel sermaye.
Bourdieu, kültürel sermayeyi açıklarken de öncelikli olarak « dil » konusunu ele alır. Örneğin, dile hükmetme yetisi, “düzgün” Fransızca konuşmak kültürel bir sermayedir ve bu da, aileden aktarılan bir sermaye türüdür. Bu noktada “kültürel sermaye dil ve dille gelen her şeydir” der Bourdieu. “Kültürlü” ailelerde çocukların duydukları dil, okulda konuşulan ve okulun gerektirdiği dile çok yakındır. Bunun dışında bu kişilerin kültürle olan ilişkileri ve ilgi alanları da, okulun talep ettiklerine oldukça yakındır. Bu bağlamda, Bourdieu, bu aktarım sebebiyle, toplumsal eşitsiliğin okullarda, kendini yeniden üreterek yoluna devam ettiğini söyler.
Bourdieu’nün burada üzerinde durduğu “düzgün” konuşulan dil ile “aksan”lı aynı dil arasındaki yöresel farklılıklardan kaynaklı, dilsel ayrımcılıklardır. Öte yandan, glotofobinin, egemen dilin diğer dilleri yok sayması, hor görmesi, aşağılaması, dışlaması şeklinde de kendini gösterdiğini daha önce söylemiştik. Bu noktada ise Bourdieu, resmi dillerin yani ulus içerisinde baskın olan dillerin, hegemonik bir yapıya sahip olmasından kaynaklı, birçok alanın, dilin bu tahakkümü altında şekillenmesinden de bahseder. Çünkü dilsel ayrım, gücü empoze etmenin bir aracıdır. Ulus devletler içerisinde baskı aracına dönüşen bu dillerden, sanat, bilim, siyaset, medya gibi alanlar da nasibini alır. Böylece egemen dil, her alanı etkilemeye başlar. Bunun sonucunda da, egemen dil dışındaki diğer diller veya başka konuşma formları dilsel ayrımcılıklara maruz kalır. Şimdi ise genel hatlarıyla açıklamaya çalıştığımız glotofobi kavramına, Fransa ve Türkiye’den bazı örnekler vereceğiz.
Fransa’da glotofobi
Fransa’da, dilsel ayrımcılık -özellikle de “bölgesel aksanlar” sorunu oldukça bilindik bir konu. Bölgesel aksanı olan bir Fransız veya bir göçmen, glotofobinin değişik formlarıyla, farklı şekillerde, sürekli olarak her yerde karşılaşabilir. Örneğin, Ekim 2018’de Fransa’da, solun lideri Jean-Luc Mélanchon, kendisine soru yönlendiren Touluse’lu bir gazetecinin aksanıyla alay etmiş, “düzgün” Fransızca konuşan birilerinin kendisine soru sormasını istemişti. Bu olayın ardından glotofobi ve glotofobiyle mücadele tartışmaları gündeme gelmişti. Öte yandan, sarı yeleklilerin “gilets jaunes” talepleri arasında şöyle bir madde vardı ki, yukarıda bahsettiğimiz ulus devlet, vatandaşlık kavramlarından yola çıkarak bu maddeyi, dilsel ayrımcılıklara dahil edebiliriz: Hakiki bir entegrasyon politikası uygulansın. Fransa’da yaşamak, Fransız olmayı gerektirir (tamamlayana sertifika verilmek üzere Fransızca dil, Fransa tarihi ve vatandaşlık bilgisi verilsin).
Philipphe Blachet’nin kitabında yer verdiği, okullarda geçen bir kaç örneği aşağıda okuayacaksınız.
Fransa’ya yeni gelmiş ve Fransızca’yı yeni öğrenmeye başlamış bir çocuk ve öğretmeni arasındaki diyalog:
Öğretmen : Adın ne senin ?
Öğrenci : Ahmed (h’yi telaffuz ediyor)
Öğretmen : Fransa’da H telaffuz edilmez. Senin adın Amed. Tekrarla adın. Amed.
Çocuk ağlıyor.
Kitapta yer alan diğer bir örnek ise, Marsilya’da bir liseden : Yüksek sesle bir şiir okuyorken, öğretmen sınıfın önünde beni kesti, çünkü “gül” (rose)kelimesini, güneyli aksanımdan dolayı açık bir “o” ile, “kötü telaffuz” ediyormuşum. Tam olarak kelimeleri hatırlamıyorum ama, benle dalga geçerek, Ens gibi büyük ekollerin sınavlarını geçmek için bu aksanın kabul edilebilir olmadığını söyledi… Belli ki Marsilya’da bir lisenin hazırlığından gelsek bile, elit parizienlerin telaffuzuna uymak zorundayız…Tamamiyle gülünç bir duruma düştüğümü ve bu sınıfta yerimin olmadığını hissettim .
Görüldüğü gibi, ister yöresel bir aksana sahip bir Fransız olsun, ister göçmen olsun, hegemonik dilin dışında kalanlar, dilsel ayrımcılığa, farklı şekillerde maruz kalıyorlar. Fakat bu iki olayı farklı şekillerde değerlendirmek gerekiyor. Nitekim göçmenlere yönelik glotofobi, zenofobi yani yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve göçmen karşıtlığıyla oldukça ilintili olabiliyor. Öte yandan, örneğin Fransızca konuşan Afrikalılar’a yönelik dilsel ayrımcılığın ise sömürgecilik tartışması içerisinde yapılması gerekiyor.
Türkiye’de glotofobi
Türkiye’de glotofobi kavramını açmamız için, yukarıda değindigimiz bir çok noktayı içerisine alan bir tartışma yürütmemiz gerekiyor. Nitekim hem yöresel aksanlar, lehçeler hem de yasaklanan, yok sayılan diller üzerinden dilsel ayrımcılıklar her an, her yerde yaşanıyor. Öte yandan tartışmamızın icine sömürgecilik ve göç tartışmaları da giriyor. Dolayısıyla hepsinin ayrı ayrı, gözlemlerle veya saha çalışmalarıyla değerlendirilmesi gerekiyor. Bu noktada hem tüm bu dilsel ayrımcılık tartışmalarına yönelik her türlü örneği içerisinde barındırdığı için, hem de benim deneyim ve gözlemlerimden ötürü Kürtlere yönelik dilsel ayrımcılık konusuna değinmeye çalışacağım. Yukarıda değindiğimiz gibi glotofobi sadece yöresel aksanlar üzerinden değil, ulus devletin dayattığı hegemonik resmi dil dışındaki başka dillerin yok sayılması üzerinden de yapılır. Bu noktada, Kürtlere yönelik dilsel ayrımcılığı buraya yerleştirebiliriz. Nitekim Kürtçe, milyonlarca kişinin anadili olmasına rağmen yasaklanıyor ve yok sayılıyor. Bu noktada devlet yasaları, diger tüm ayrımcılıklarının yanında, dilsel ayrımcılığı da içerisinde barındırıyor ve devletin tek resmi dilinin Türkce olduğunu söylüyor.
Okullarda, medyada, siyaset alanında, gündelik hayatta Kürtçe yasaklanıyor. Tabii Kürtçeye karşı dilsel ayrımcılık çoğu kez daha ileri boyuta taşınıyor ve Kürtce konuştuğu için insanlar şiddetin her türlüsüne uğrayabiliyor. Bu noktada daha önce değindigimiz, sömürgeci dilsel ayrımcılıktan bahsedebiliriz ki, Kürdistan’nın her yerinde, çeşitli şekillerde varlığını hissettirmeye çalışan devlet, konuşulması gereken resmi dil olarak okullarda ve diğer kurumlarda, hatta gündelik hayatta bile hegemonik dil olarak Türkçe’yi dayatıyor. Okulun dilsel ayrımcılığın üretimi konusunda nasıl önemli bir rol oynadığını söylemiştik. Kürdistan’da da okullar, devletin gücünü özellikle dil aracılığıyla dayattığı kurumlar olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim, doğal olarak, Türkce bilmeden okula başlayan çocuklar, her türlü dilsel ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Bu noktada Kürtçeye uygulanan dilsel ayrımcılığı, konumuzun, ulus devletin dayattığı hegemonik dilden ve sömürgeci ideolojiden kaynaklı glotofobi tartışması içerisine yerleştirebiliriz.
Kürtce isimler üzerinden yapılan dilsel ayrımcılıklar ise başlı başına geniş bir tartışmayı beraberinde getiriyor.
Örneğin, Xelat ismine sahip olan arkadaşımız, hayatının neredeyse her alanında ismi üzerinden ayrımcılığa maruz kalıyordu. Kürtçe yasaklı olduğu için, devlet tarafından çıkartılan kimlik kartında “Xelat” olan ismi, “Halat ” diye yazılmıştı. Tabii okullarda, kurumlarda veya gündelik hayat içerisinde “X” harfini telaffuz etmedikleri için, Xelat olan ismini bambaşka bir isme çevirerek dilsel şiddet uyguluyorlardı. Buna benzer binlerce örnek görmek mümkün.
Türkiye’nin herhangi bir şehrinde, okullarda, devlet kurumlarında veya gündelik hayat içerisinde herhangi bir yerde Kürtce konuştuğumuzda da, Türkce konuştuğumuz da, ceşitli şekillerde dilsel ayrımcılığa uğruyoruz. Konuştuktan bir müddet sonra sürekli olarak maruz kaldığımız “Nerelisin ?” sorusu bile bu dilsel ayrımcılık konusuna giriyor bana kalırsa.