“Biz evimizde oturup bekliyoruz ama AVM sahipleri durmadan dürtüyor devleti. Beni kapatıyorsan giderlerimi karşılamak zorundasın diyor. Dolayısıyla onlara bir şey vermemek için kapılarını açıyor. Bizim için ise bir şey düşünen yok. Biz yokuz zaten”
M. Ender Öndeş / İstanbul
Koronavirüs günleri üzerine -daha çok Marquez’in romanının isminden hareketle- çok espri yapıldı ama ‘korona günlerinde emek’ bir espri konusu olamayacak kadar vahim bir gerçeklik. İktidar, inşaat-maden gibi sektörlerde sürecin başından beri hiç işi durdurmadı ve emekçileri hiç umursamadı. AVM patronlarının gönlünü hoş ederken de tereddütsüz davrandı ama milyonlarca insanın işsiz kaldığı diğer alanlarda sadaka benzeri birkaç küçük önlem dışında henüz kılını kıpırdatmadı. Tiyatro büyük çöküntüye uğrarken, sinema dünyası ve televizyon dizileri alanında da binlerce insan bir anda işsiz kaldı. O parlak ışıklar dünyasının arka planında çalışan (artık çalışamayan!) kesimden yalnızca iki kişiyle konuştuğumuzda bile, korona günlerinde yaşadıklarının ne kadar vahim olduğunu fark ettik. Gazetemize konuşan ışıkçı G. ve sanat yönetmeni bir kadın olan F’nin isimlerini malum sebeplerden ötürü vermiyoruz; çok konuşanların pek sevilmediği, ekmeğinden edildiği bir dünyanın insanı onlar çünkü…
Gösteri dünyası parlak ve renkli bir dünya. Bize öyle görünür en azından. Özellikle sinema ve televizyonun büyülü atmosferinde gördüklerimiz daha çok oyuncular ve onların ortaya koydukları performanstır. Sonra, sinemada perde kapanırken ya da televizyonda dizinin o günkü bölümünün sonu geldiğinde perdede/ekranda akıp giden o uzun listeyi okuma zahmetine katlanmayız. Sinemadaysak bir an önce salonu terk etme telaşındayız, evdeysek kalkıp başka işlerimize bakarız, vs… Ama asıl o uzun listedeki isimler önemlidir, izlediğimiz filmi film yapan asıl o listedekilerdir. Kocaman bir ordudur onlar.
“Kimdir bu ordu” diye sorduğumuzda ışıkçı G, “Aslında o ordu, filmin gerçek kahramanlarıdır, oyuncuların ve bütün diğerlerinin ötesinde filmi yaratanlar onlardır” diye söze başlıyor. “Set işçilerinden ışıkçısına kadar… Bir diziye başlanacağı zaman, ilk önce zaten yaklaşık 30-35 kişi, sahnenin hazırlığına başlar. Set oluşur. Sonra biz geliriz, görüntü olarak, ışık ve kamera. Aslında dizi, yönetmenin hayalinin dışı vurumu, gerçekleşmesidir. Senaristin yazdığını yönetmen okur, kafasında bir karakter canlandırır. Sonra, yönetmenin kendince çalışabileceği insanlar vardır. Bunu X çeker diye düşünür, sürekli çalıştığı için ortak bir dil yakalamak ister doğal olarak. İşin fotoğraf kısmına gelindiğinde ise görüntü yönetmeninden bir fotoğraf ister. Ben şu görüntüyü, şu duyguyu istiyorum der. Hüzün istiyorum der örneğin. O zaman sıra ışık grubuna gelir ve biz o görüntü yönetmeninin kafasında kurduğu dünyayı yaratırız ışıkla.”
Gecesi gündüzü yok
Ortalama bir televizyon dizisinde en az 60-70 kişilik bir ekibin olduğunu söylüyor G. Tarih ya da dönem dizisiyse işin içine terzilerin de dâhil edildiğini böylece toplam sayının 80-90 kişiyi geçtiğini anlatıyor. Çalışma koşulları ve saatlerini sormak gibi bir cehalet gösterdiğimde ise net bir cevap veriyor: 24 saat! “Belli bir saati yok ki, ne isteniyorsa, hangi saatte isteniyorsa, o saatte çekiliyor zorunlu olarak” diyor.
“Genelde sigortaları asgari ücretten gösteriyorlar” diye anlatıyor koşulları. Son dönem setlerdeki kazaların yapımcıları zorladığını söylüyor ve “Artık sigortasız kimseyi sokmamaya çalışıyorlar. Çünkü bunun altından kalkamıyorlar. Bu yıl platonun birinde çocuk boya yaparken merdivenden kayıp düşmüş, sigortası da yokmuş. Yani bunların yapımcıya zararı var, sermayeden gidiyor bu durumlarda, o yüzden daha dikkat ediyorlar biraz” diye ekliyor.
Ters takla olduk!
Söz koronavirüs dönemine gelince dert daha da büyüyor. “Korona bizi ters takla yaptı. Şu anda herkes boşta, herkes işsiz” diyor G. “Çekilen işlerden alacakları olanların bazıları aldı. Benim gibi günlükçüler için ise zaten piyasa çok kötüydü. Reklamlarda mesela biz üç ay sonrasına çalışıyoruz. Bugün çektiğimiz reklamın parasını üç ay sonrasına alıyoruz yani. Herkes günü gününe yaşar bizde. Ağır bir işsizlik var o yüzden. Yani düşünün, her sette 80-90 kişi var ve yüzlerce dizi çekiliyordu. Binlerce insan şu anda işsiz. Tabii oyuncular da işsiz ama özellikle bölüm başına yüksek paralar alanlar farklı. İşsizlik bana vurduğu kadar ona vurmuyor. Biz geçinmek zorundayız ve iş yoksa bitiyoruz. Ayrıca mesela ev alanlar vardı filan, satmak zorunda kalacaklar taksit ödeyemeyince. Zaten birçoğumuz kredi kartıyla dönüyordu. 3 bin liralık kredi kartım var benim. Sonuna kadar kullanıyorum, gelen parayla onu yatırıyorum, böyle gidiyor. E, şimdi gelmiyor. Ne yapacağım bilmiyorum. Herkes benim gibi.”
Sıfırın altında bir yaşam
“Sıfır yani?” diye araya girme gafletinde bulunuyorum. “Sıfırın altı!” diye düzeltiyor G. “Bin lira Pandemi yardımı dediler, başvurdum onu da alamadım. 3 bin lira bir kredi çıktı, aldım. Onu da zaten 6 ay sonra ödeyeceğim, bedava değil ki. Başka bir devlet desteği filan yok. Sendikadan umutluydum ama sendikaların yaptırım gücü belli.” TRT gibi kanallarda durumun farklı olup olmadığını soruyorum, orada da cahilliğim ortaya çıkıyor. “Öyle değil” diyor G. “Tamam, TRT işi teslim edilince parayı ödüyor ama bizim yapımcılar bu parayı işletip biraz daha çoğaltmak için geç veriyorlar. Zaten 8 bölüm içeride çalışıyorsun, üç ayda bir para veriyor. Hala bu Savaşçı dizisinden alacağı olanlar vardı mesela. Basına da yansıdı. O kadar uğraştı çocuklar ama hala alacakları var.”
Kefen parasındayız
Son olarak, durumu özetliyor G. “İnşallah düzelir biraz işler ama düzeleceğini de düşünmüyorum. Pandemiden sonra reklam kesildi, kamu spotu kesildi, zaten dizilerde alacağını alamıyordu millet, şimdi hiç alamıyorlar. Sistem çöktü yani. Türk sineması bir ivme kazanmıştı dünyada, iyi pazarlanıyordu, para da kazandırıyordu. Şimdi, yapımcılar belki yine idare ediyor ama biz alttakilerin bir birikimi yok ki. Kendimden biliyorum, elimdeki birikimi yedim, bitti. Kefen parası derler ya, ona kaldık işte en son.”
‘Bizim normalimiz de böyleydi zaten’
Çeşitli dizilerde sanat yönetmenliği yapan F, “Bizler aslında günübirlik işçiler gibiyiz” diye özetliyor durumu. “Bir proje alıyoruz, proje bitince para da bitiyor. Bölüm başı çalışıyoruz. Yapımcı da bu paranın bir bölümünü tutuyor elinde. Bazı yapımcılarda 5 bölüm, 10 bölüm alacağınız oluyor. Bir şekilde içeride paran oluyor yani. Bu paraları iş bittiğinde alıyorsun ya da geç alıyorsun.”
Durumun koronavirüs öncesinde de parlak olmadığını anlatıyor F. “Ben salgından önce işten ayrılmıştım başka bir projem için. İçeride 5 bölümlük alacağım vardı. Hala duruyor. Birikmiş bir miktar param vardı hesabımda duran. Onu harcadım bu süreçte, o da bitmek üzere zaten. Şirket telefonları açmıyor bu arada, muhatap bulamıyorsun. Sonuçta ödeme alamıyorsun yani. Benimle çalışan ekibin hepsi aynı durumda.”
Sıkıntı çok büyük
Sektördeki bazı insanların çok bazılarının ise az para aldığını hatırlatıyor F. ve şöyle devam ediyor: “Bu insanlara düzenli ödeme yapılması lazım ki hayatta kalabilsinler. Birkaç şirket, adına halel gelmesin diye düzgün ödeme yapıyor ama daha küçük şirketlerde çalışanlar bu dönemde büyük sıkıntı yaşıyor. Bir de evde birkaç aydır iş bekleyip de tam iş çıkmışken Koronadan ötürü çakılıp kalan arkadaşlarımız var. Yani işlerin durması, yeni bir iş bekleyenleri tamamen hazırlıksız yakaladı, onların bir yerden alacak paraları da yok, mevcut birikimleri de yok. İşler de başlamıyor bir yandan, gelecek belirsiz çünkü.”
Önümüzü göremiyoruz
Devlet cenahından bir destek olup olmadığını soruyorum. “Devletin umurunda değil ki” diye başlıyor konuşmaya. “Süreç ilk başladığında bin liralık bir yardım başvuruları vardı. Bin lira geldi. Ama nedir ki bin lira? Ev kirasının yarısını bile karşılamıyor. Kredi başvurusu yaptım. Çok başvuru olduğu için herkese 3 bin lira verdiler. O da kredi zaten. Ödenecek yani. Bu süreçte devletten bütün gördüğüm bu. Bir de İBB’nin yardım kolisi var. Üç aydır evde oturan insana nasıl yetsin bunlar. Çoluk çocuk aile… Bir oğlum üniversitede, diğeri özel bir lisede. Kaç kere Milli Eğitim Bakanı’na yazdım, ödemeler ne olacak, yeni dönem ne olacak, sürekli yeni kayıt için para isteniyor… Asla ilgilenmiyorlar bunlarla. Önümüzü göremiyoruz ki.”
Bizi yok sayıyorlar
AVM’lerin açıldığını hatırlatınca F. aradaki güç farkını anlatıyor: “Biz evimizde oturup ne olacak diye bekliyoruz ama AVM sahipleri durmadan dürtüyor devleti. Beni kapatıyorsan o zaman giderlerimi karşılamak zorundasın diye baskı yapıyor. Dolayısıyla onlara bir şey vermemek için kapılarını açıyor. Bizim için ise bir şey düşünen yok. Biz zaten yokuz onlar için. Sanat onlar için ‘ebru’dan ibaret. Osmanlı el sanatları dışında hiçbir şeyi sanat olarak görmüyorlar ki.”
Sendikalar harekete geçmeli
Aslında bir baskı unsuru olunabileceğini düşünüyor F. ama sessizlikten yakınıyor. “Oyuncular sendikası var, bizim Sinema-Televizyon Sendikası da var ama bir sessizlik hakim bizim sektörde. Çalışma önlemleri üzerine bir şeyler yapıyor sendikalar şu anda. Sanki çok çalışılacakmış gibi bir hava da yaratılıyor ama o da şüpheli. Sonuçta sendikaların çalışması gerekiyor biraz sanırım. Tek tek bireyler olarak bir şey yapamayız sanırım” diye sonlandırıyor sözlerini.
Mesafe mi? Nasıl yani?
Sanat yönetmeni F. ‘normalleşme’nin nasıl olacağı konusunun da belirsiz olduğunu söylüyor. “Kanallar da ne yapacağını bilmiyor. 1 Haziran için ‘normalleşme’den söz ediyorlar ama bu nasıl olacak? Set insanları nasıl çalışacak? Çalışabileceğimiz kadar iş olacak mı piyasada? Mesela önümüzdeki dönem için “sosyal mesafeli senaryolar” yazılacak gibi söylentiler duyuyoruz. Belli mekânlarda belli metre karede şu kadar insan çalışacak deniyor.
“Bu zor değil mi?” diye araya giriyorum, gülerek yanıt veriyor: “Çok zor. Kavga sahnesi çekemezsin mesela. Bizim diziler biliyorsunuz şiddetten besleniyor, herkes birbirini dövüyor. Kavga, gürültü, silahlar filan… Aşk da çekemeyeceksin tabii. Zaten onu uzun süredir çekemiyoruz da, artık sarılma öpüşme filan da olmayacak. İşler saçma sapan bir yere gidiyor ve açıkçası biz de bilmiyoruz ne olacağını. Asıl korkutucu olan şu: Bu sektör uzunca bir süre iş yapamayabilir. Yani herkese yetecek kadar iş olmayabilir. Dolayısıyla sektör çalışanları kendilerine yeni işler mi bakacaklar, bilemiyorum.”
Sendika sesleniyor duyan yok
Sinema Televizyon Sendikası, sürecin daha en başında devlete bir öneriler listesi sunmuştu. Listede, çalışanların asgari yaşamlarına devam edebilmeleri için kira, elektrik, su, doğalgaz, telefon, internet vb. faturaları devlet tarafından karşılanması, tüm kredi ve kredi kartı borçlarının en az 6 ay ertelenerek en az 12 ay taksitlendirilmesi vardı. Listede ayrıca, “Ara verilen veya durdurulan işlerde, işten çıkarmalar ve ücretsiz izinler yasaklanmalı, ücretli izin verilmelidir. Sektörümüzün proje bazlı çalışma koşulları düşünülerek ‘Kısa Çalışma Ödeneği’ uygulamasında sigorta prim şartı kaldırılmalıdır. Dizi çalışanlarının hak ettikleri bölüm ödemeleri planlandığı şekliyle aksamadan ödenmeye devam etmelidir. Sinema, reklam, belgesel, kısa film, klip projelerinde ve tv programlarında çalışanların varsa alacakları ivedilikle ödenmelidir” deniliyordu.
Listede, sektör çalışanlarına hiçbir koşul aranmaksızın işsizlik maaşı bağlanması, Kısa Çalışma Ödeneği uygulamasının vergi mükellefi ve 4B statüsünde olan çalışanları da kapsayacak şekilde genişletilmesi ve çalışmayanların varsa Genel Sağlık Sigortası’nın borçlarının ertelenmesi ve faizsiz yapılandırma imkânı sunulması gibi önlemler de yer alıyordu.
Selin, Hasan ve iş güvenliği
Dizilerin görünmeyen arka planı çok da tekin bir yer değil. Bunun en somut örnekleri, son yıllarda yaşanan iki iş cinayetiydi. 1 Mayıs 2012’de, “Arka Sıradakiler” çekimleri sırasında verilen molada freni boşalan minibüsün altında kalan 26 yaşındaki sanat asistanı Selin Erdem ilk örnekti. Açılan davada yük yine işverenin değil aracı kullanan şoförün üstüne kaldı.
Geçen yıl, 9 Nisan’da Netflix’te yayınlanan Atiye dizisinin setinde ise Hasan Karatay yaşamını yitirdi. Çekimler sırasında merdivenden düşüp ağır yaralanan ve bir süre yoğun bakımda kalan Hasan Karatay’ın sigortasız çalıştırıldığı da ortaya çıkmıştı.