Zafer Yörük
‘Sovyetler Birliği, Lenin tarafından 1917’de kurulup 1991’de Gorbaçov tarafından yıkılan bir devletin adıdır.’ Türkiye solunun geniş bir kesimi, bu önermenin varyasyonları ile yakın tarihi açıklamak konusunda Türkiye ve dünya sağı ile anlaşma halindedir. Aynı anlatının iki zıt kutbu, Lenin (ya da Stalin) ve Gorbaçov (ya da Kruşçev) isimlerinden hangisinin ‘esas oğlan’ hangisinin ‘karakter oyuncusu’ konumunda algılanacağı konusundaki anlaşmazlık üzerinden şekillenir.
Türkiye solu için Sovyet tarihi, Atatürk tarafından kurularak Erdoğan tarafından yıkılmakta olan ‘son Türk devleti’ algısıyla paralellik açısından özel bir önem taşır. Türkiye sağıyla, bu anlatıda Atatürk (ya da İnönü) ve Erdoğan (ya da Menderes ve Özal) isimlerinden hangisinin kahraman hangisinin ise kötü adam rolü oynadığı anlaşmazlığından öte bir ihtilaf söz konusu değildir.
Sağ liberal Cem Toker’in Gorbaçov’u, ‘milyonları özgürlüğüne kavuşturan ve kavuşmasının önünü açan insan; bir kahraman’ sıfatıyla uğurlayışı, ‘devletlu sol’ tarafından aynı ismin ‘hain’ olarak damgalanmasından farklı değildir. Bunun üzerine Toker’in, tartışmayı ironiyle kışkırtmak adına ‘Sovyet halkını McDonalds ve yanında buz gibi Coca Cola ile tanıştıran bu kahraman adama’ hain diyenleri kınayan bir tweet atınca, Recep Peker reenkarnasyonu emareleri gösteren zihniyetin sözcülerince ‘hamburger kafa’ ilan edildi. Çünkü Türk solcusu arketipi için bu mesele, tabiatı gereği ironiye gelmeyecek bir devlet ciddiyeti gerektiriyor. Gorbaçov hain olarak algılanmadığı anda geçmişi ve şimdiki zamanı kavramakta başvurulan beynelmilel ve milli bütün şablonlar tehlikeye girecektir.
Oysa Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku deneyimi, kişi kültüne ve ‘komplo’/‘ihanet’ retoriğine itibar etmeyen sosyalistler için gerçek bir okuldur. ‘Lenin ve Stalin tarafından kurulmuş bir devlet’ten ibaret olmadığı gibi, 1985-91 yılları arasında altı yıl süreyle iktidar sahibi olmuş bir ‘hain’ tarafından yıkılması da inandırıcı bir yorum olamaz. Ama en azından o altı yıl boyunca yalnızca Sovyet Rusya ve Doğu Bloku’nun değil, insanlığın kaderini bir bütün olarak tayin eden gelişmelerin yaşandığı ve en etkili karar mekanizmalarından birinin başında da Mihail Gorbaçov’un bulunduğu gerçeği yadsınamaz.
Naomi Klein’ın ‘şok tedavisi’ örnekleri arasında Şili ve İngiltere gibi Rusya da 1980’li yılların ortasından itibaren yaşadıkları açısından önemli bir coğrafyadır. Şok doktrininin temelinde yaratılacak şokun çözüm alternatiflerini önceden eleme gereği bulunur. Şili’de Allende’nin temsil ettiği sosyalist alternatif ortadan kaldırıldığında Latin Amerika’nın bütünü, ABD yeni sömürgeciliğinin hegemonyası altına sokulurken, İngiltere’de Thatcher tarafından kamu sektörü ve sendikal güç çökertilerek ‘hür teşebbüs’ yani vahşi kapitalizmden başka hiçbir seçenek kalmamış bulunuyordu. Rusya açısından da hem ABD üstünlüğü ve hegemonyasının kabulü hem de varolan ekonomik-sosyal sistemin tamamen yıkılması dışında bir yol bırakmamak hedeflenmişti.
Klein’ın Glasnost ve Perestroyka hamlelerine yaklaşımı, zorunlu ve doğru reformlar oldukları yönünde. Gorbaçov’un başlattığı demokratik ve sosyalist karakterleri anlamında samimi reformlar, ‘şok doktrini’ kafasıyla dünyayı şekillendirmeye soyunmuş ‘Şikago Okulu’nun danışmanlığı altında hareket eden Reagan ve Thatcher yönetimleri tarafından desteklenen değil yolundan saptırılarak elenmesi gereken bir tehlike olarak görülüyor. Klein, 1991 G7 zirvesinde Gorbaçov’a yapılan muamele üzerinde özellikle duruyor. Burada Glasnost ve Perestroyka’nın bir yana bırakılarak devasa kamu sektörünün tasfiyesi şartıyla dış yardım sözü verilmişti. Düş kırıklığı içinde Moskova’ya dönen Gorbaçov’un karşısında, vahşi kapitalist şokun öznesi de zaten Boris Yeltsin şahsında ortaya çıkmış bulunuyordu.
Klein’a göre Gorbaçov İskandinav sosyal demokrasisi modelinde sosyalist bir reformcu, Boris Yeltsin ise vahşi kapitalist şok tedavisi girişiminin sorumlusudur. Klein, Rusya’da 1991-98 yılları arasında hızla yaşanan yıkımı, ‘tedavi yok; yalnızca şok’ olarak tasvir ediyor. 1998 yılı itibarıyla, yetmiş bin devlet fabrikası kapatılmış, kolektif çiftliklerin yüzde sekseni iflas etmiştir. Ülke nüfusunun çoğunluğu bir anda işsiz ve yoksulluk sınırı altında kalmış, kamu kaynakları ise bir avuç oligarkın mülkiyetine aktarılmıştır. Bu ani yoksulluk şoku içinde Rusya, dünyanın en fazla dolar milyarderini barındıran ülke haline de gelmiştir. Moskova ve Saint Petersburg’da ‘asayişten’ artık mafya ve suç örgütleri sorumludur.
Yarattığı küresel etki açısından Rusya’nın 1990’lı yılları, Klein’ın Gorbaçov yerine Yeltsin’i ‘hain’ bellemesindeki kolaycılığı da aşarak yoğun bir ciddiyetle ele alınmayı beklemektedir. Türkiye’de özellikle Erdoğan yönetimi altında yaşananları anlamak açısından da bir ders kitabı niteliği taşıdığı söylenebilir. Özelleştirmeler, tarımın tasfiyesi ve hazine varlıklarının inşaatçı burjuvaziye tahsisi yanında ülke yönetiminde mafya ve suç örgütlerinin artan ağırlığı gibi 2010’lu yıllardan itibaren hissedilmemesi imkânsız hale gelen olgular, 1990’ların Rusya’sının bir versiyonunun tekrarı olarak okunabilir. Bu arada 15 Temmuz benzeri iki vakanın Yeltsin’in iktidarını kurma ve konsolide etme açısından önemi göz ardı edilemez. Analojiyi sürdürürsek, yine Yeltsin’in Sovyet derin devleti artıklarıyla ittifak içinde giriştiği ‘Grozni çözümü’ ile Erdoğan’ın nasyonalist ve Ergenekoncu artıklarla birlikte yürütmekte olduğu ‘Cizre-Sur çözümü’ ya da ‘kayyumculuk’ arasındaki benzerlikleri değil farkı bulabilenler büyük ödülü hak edecektir.
Mihail Gorbaçov adı, ‘hain’ ya da ‘kahraman’ yargılarının ötesinde hayatının ve iktidarının öncesi ve sonrasıyla dünya tarihinde bir dönüm noktası anlamına geliyor. Özellikle Türkiye solunun ‘Türk solu’ olmaktan kurtulmak için dikkatle okuması, incelemesi ve yorumlaması gereken bir tarihsel dönüm noktası.