Yusuf Gürsucu
Büyük filozof ve düşünür Epiküros’un, kötülüğün kökenlerine yönelik olarak sorduğu sorular bizi günümüzde aradığımız yanıta götürmektedir. Epiküros; “Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da önleyemiyor mu? Öyleyse güçsüzdür. Önleyebiliyor ama önlemek mi istemiyor? Öyleyse o kötü niyetlidir. Hem önleyebiliyor hem de önlememek mi istiyor? Öyleyse kötülük nereden geliyor?” Epiküros bu sözleriyle kötülüğün tanrı ile ilgili bir şey olmadığını ortaya koyarak, kötülüğün nasıl ve nerede aranması gerektiğini göstermektedir.
Platon ise, devlet eserinin Cumhuriyet başlıklı diyalogunda neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunu tartışırken, bizleri gölgeler dünyasının içine alır. İnsanların bir mağara içine doğdukları günden itibaren hapsedilmeleri ve sadece mağaraya giren ışığın yansıttığı gölgelere bakarak yaşamaya zorlandıklarında gerçek dünyanın kendi gözleriyle gördükleri olduğuna inandıklarını ve bu duruma nasıl şartlandıklarını aktarır. İçlerinden birinin mağara dışına çıkmayı başarmasıyla birlikte dönüp içeridekilere dış dünyayı anlattığında buna hiç kimseyi inandıramadığı gibi bu kişinin nasıl yalnızlaştığını gösterir.
Tüm dünyada ve içinde yaşadığımız coğrafyada herkesin kendisine ait bir ‘kötüsü’ var. Doğru bir şeyi ifade ettiğinizde ise bunun yanlış olduğunu iddia edecek birbirinden çok farklı görüşler de var. Epiküros’un soruları ile Platon’un insanların gerçeğe yönelik örneklediği tutum birbirinden ayrılamayacak kadar yakın. Platon’un anlatımında mağaradakilerin gösterdiği tepkinin temelinde bildikleri ve kabullendikleri yaşamın tehlikeye düşeceğine dönük korkuları, o insanları köleliğe razı eden tek şeydir.
Dünya tarihinde sürüp giden demokrasi mücadelesinin toplamı bir sınıflar mücadelesidir. İnsanları gölgelere mahkum eden şeyin muktedirlerin politikaları olduğu gerçeğini her gün yaşıyoruz. İnsanlara sunulan veya gösterilen her şeyin birer aldatmacadan ibaret olduğu ve asıl gerçeğin sürekli üstünün örtülerek görünmez kılındığı gölgeler dünyasındayız. Attıkları her adımı demokrasi olarak bize yutturmaya çalışanlar, insanları gerçek yaşama yabancılaştırılarak köleleştirmektedir.
İvan Pavlov’un şartlı refleksler üzerine köpeklerle yaptığı bir deney var. Deneyin adı “Pavlov’un köpekleri” olarak bilinmektedir. Pavlov bu deneyde köpeklere önce zil çalar ve tepki almaz. Sonrasında yine zil çalar, ancak yanında bir de et verir. Daha sonra çaldığı zillerde köpek ‘et’ için hemen zile doğru koşar. Deneyde zil sesiyle birlikte ortada et olmasa da köpeğin ağzından hemen salyaların aktığı görülür ve bu deney “şartlı refleks” olarak adlandırılmaktadır.
Bugün yandaş basın adıyla anılanların yaşanan tüm olaylara yaklaşımında nasıl şartlı refleksler verdiğini görünce şaşırmıyoruz. Hepsi eğitmenlerinin şartladığı biçimde olaylar karşısında aynı tavrı ve ağızı kullanmaktadırlar. Hayvan terbiyecilerinin iğrenç yöntemlerle hayvanları köleleştirmek üzere yaptıkları ile mevcut muktedirin bu yandaş kesimlere daha leb demeden leblebi detirtebilmesi arasında bir paralellik var. Açık bir örgütlü kötülüğün ortalığı sardığı günümüzde gerçeklerin üstü karanlıkla kapatılıyor.
İnsanların karanlıkta görmeye çalıştığı gölgeler ise onu gerçeklerden koparıp yalanın peşinde şartlanarak koşmasına yol açar. İnsanlara, sınıfsal farklılıkları unutturularak oynanan demokrasicilik oyunu içinde kapitalizmin idamesi ve sömürüsü için rol verirler. Türkiye de bugün iktidarda olan muktedirlerle 30’larda, 50’lerde ya da 80’lerdeki muktedirler arasında öz itibariyle hiçbir farkı yoktur. Buna karşın mevcut iktidarın tiranlığa ulaşarak hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’da muktedir kalabilme hedefiyle ortaya konan politikalardaki ‘başarılar’ onları geçmişten ayıran en önemli özellikleridir.
Askeri diktatörlükler dönemi dışında sürekli seçimlerle haşır neşir oluruz. Bu seçimlerde mevcut sistemin birer parçası olan partiler ahkam keserek bir sürü yalanla insanları etkileyip iktidar olmaya çalışırlar. Tamamı farklı çıkar çevrelerini temsil ederler ve bu çevrelerin çıkarları doğrultusunda iktidar olmayı hedeflerler. Hepsinin argümanları farklıdır. Bunlar genellikle karşımıza dindar, seküler, liberal, milliyetçi vb. olarak çıkar. Bu durum burjuva demokrasisi adı verilen sistemler için böyledir. Diktatörlükler için argüman yaratmak ise ya gereksizdir ya da eğilimlere göre bir şeyler bulup onu ağızlarına sakız yaparak iktidarlarını sürdürürler. Bakara-makara sözleriyle nasıl sakız çiğnediklerini de gösterirler.
Halkın dini inançlarını kirli işler için kullanmaktan geri durmayanlar, halkın inançlarını kirli emellerine alet etmekten imtina etmezler. Türkiye’nin dört bir yanında yapılmak istenen festivalleri ve konserleri yasaklarlarken, bazı tarikatlar bu işin kaldıracıdır. İçki içiyorlar, uyuşturucu kullanıyorlar, kadın kız birlikteler vb. iddialarda bulunurlarken, bu iddialara yalanları da eklemekten geri durmazlar. Uyuşturucu kullanıyorlar yalanı söylenirken, ‘leblebi tozları’ ortalıkta rahatça pazarlanabilmektedir. Bu yasaklamalarla, Gülşen’in tutuklanmasına gerekçe olarak sunulan ‘toplumu kin ve düşmanlığa sevk etmek’ amaçlanır.
Antep’te trafik kazasında yaşamını yitirenlerle ilgili konuşmak ve haber yapmak serbest iken, Derik’te yaşanan trafik katliamının konuşulması ve haber yapılması yasaklanabilmektedir. Bu çifte standart uygulama ile halkı ‘mağarada’ kapalı tutup gerçeklerden haberdar olmasını önlemek istemektedirler. Büyük ve örgütlü kötülüklerin içinde adeta hapsolmuş durumdayız. Bu kötülüklerin Allah vergisi olmadığını, mağaranın dışına çıkanlar elbette biliyor. Platon’un mağara dışına çıkan ve gerçekleri aktaran örneğinde olduğu gibi kendimizi tecrit edilmiş hissetmiyoruz. Ancak mağaradakilere gerçek dünyayı anlatmak gibi ağır bir yükü omuzlarımızda taşıyoruz.