AKP rejimi, 88 yıl önce Hitler’in kurduğu ‘Editör Yasası’ düzenini diriltmek, böylece bütün iletişim kanallarını tekleştirmek istiyor. Ama hem bu o kadar kolay değil, hem de örnek alınan modelin sonu pek parlak değil!
M. Ender Öndeş
Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na tüm kamu kurum ve kuruluşları ile tüzel kişilerden kişisel veri alabilme yetkisi tanıması, yeni tartışmaları beraberinde getirirken, AKP Propaganda Bakanlığı’na dönüşen kurumun sınırsız gücü de gündeme geldi. Karar, İletişim Başkanı Fahrettin Altun’a, istediği her yurttaşın sağlık verisinden pasaport bilgilerine kadar tüm kişisel bilgilerine ulaşabilme yetkisi veriyor. Böylece Başkanlık, toplumun tümü üzerinde bir ‘üst göz’ haline getiriliyor.
Elbette bu, seçimler için de bir risk barındırıyor. Geçtiğimiz günlerde, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onursal Adıgüzel, ABD merkezli veri şirketi Cambridge Analytica’nın kullanıcı verileriyle ABD ve Britanya’daki seçim ve referandumlardaki tercihleri nasıl etkileyebildiği tartışmalarını hatırlatarak, “Ya AYM dünyadaki tartışmalardan, olan bitenden bihaber ya da bile isteye önümüzdeki olası bir seçimin manipüle edilebilmesinin önünü açıyor” demişti.
Memlekete basın lazımsa…
Ancak AKP’nin ‘Propaganda Bakanlığı’nın yetkileri sorunu aslında daha da derin. Özellikle basın konusunda Altun’a verilen ve yeni kararnamelerle sık sık artırılan yetkiler, akla Nazi dönemi Almanyası’nı ve Goebbels’in ‘Propaganda Bakanlığı’nı hatırlatıyor. Son dönemde Ankara’da 20 katlı bir binaya yerleşen ve yaklaşık bin 500 kişiyi istihdam eden İletişim Başkanlığı, ayrıca 377 milyonu aşan bütçesi (2019 yılı) ile de dikkatleri çekiyor, ki bu miktarın 47 milyonu trol ordularının beslenmesine yarayan “sosyal medya harcamaları” olarak görünüyor. Kurum, şu anda bütün kamu iletişim alanına hâkim ve kendisine tek iş olarak iktidarı savunmayı ve muhalefete laf yetiştirmeyi belirlemiş halde.
Yetkileri artıran son kararname ise mayıs ayında yayınlandı ve yönetmeliğe şu maddeler eklendi:
“-Taşıdığı sıfatın saygınlığına gölge düşürebilecek yöntem ve tutumlar sergilemek suretiyle basın meslek onurunu zedeleyecek şekilde faaliyette bulunması,
-Şiddet ve terörü özendirecek, her türlü örgüt suçları ile mücadeleyi etkisiz kılacak içerik oluşturması,
-Suça tahrik veya teşvik edecek ve suç ile mücadeleyi etkisiz kılacak faaliyetlerde bulunması hallerinde komisyon tarafından yapılacak inceleme ve değerlendirme sonucunda, bu kişilerin sürekli nitelikte basın kartlarının iptaline karar verilebilir. Komisyon tarafından verilen iptal kararları Başkanın onayı ile derhal uygulanır.”
Böylece AKP’nin Propaganda Bakanlığı, kimin ‘gazeteci’ olduğuna karar verme yetkisini elde tutmuş oluyor ve her türlü akreditasyonu yandaş gazetecilere sunmayı da garanti altına alıyor.
Aynısının tıpkısı
Bu metni, 4 Ekim 1933 tarihli “Alman Editör Yasası”nın şu maddesiyle kıyaslamak mümkün: “III. Reich Kamu Aydınlanma ve Propaganda Bakanı, meslek mahkemelerindeki yargılamalara bakılmaksızın, acil kamu refahı nedenleriyle gerekli gördüğü takdirde, bir editörün meslek listesinden çıkarılmasını emredebilir.”
“Yazım Yasası” olarak da bilinen yasa, Hitler’in iktidara gelişinden kısa bir süre sonra çıkarılmıştı. Hitler Ocak 1933’te iktidara geldiğinde, Almanya’da 4 bin 700’ün üzerinde günlük ve haftalık gazete yayınlanıyordu ve toplam tiraj 25 milyondu. Ancak Naziler bu basının ancak yüzde 3’üne hâkimdi. Büyük bir hızla yüzlerce gazete kapatılırken, birkaç ay içinde Nazi rejimi Almanya’nın eski güçlü özgür basınını yok etmişti. 1941’de Nazi partisinin günlük gazetesi Völkischer Beobachter 1 milyonluk bir tiraja ulaştı. 1944’ün sonunda ise Nazilerin elinde olan 352 gazetenin toplam tirajı 21 milyon idi.
‘Editör Yasası’ ise bu durumu garanti altına almanın bir aracı oldu. Propaganda Bakanı Goobbels’e “kimin gazeteci olduğunu belirleme” yetkisi veren yasa, mesleğe girişi bakanın onayına bağlıyor, ancak listeye kayıtlı kişilerin gazeteci olabileceğini karar altına alıyordu. Ari ırktan olması şart olan editörlere yüklenen görev ise “Alman İmparatorluğu’nun gücünü dışarıdan veya içeriden zayıflatacak, Alman halkının toplum iradesini, Alman savunmasını, kültürünü veya ekonomisini zayıflatacak veya başkalarının dini duygularını rencide edecek şeyleri” gazetelerden uzak tutmak olarak belirleniyordu.
Gerçek gizlenebilir mi?
Şimdi, 88 yıl sonra İletişim Başkanlığı adı altında Propaganda Bakanlığı’nı, “Terörle Mücadele” adı altında da Hitler’in “Editör Yasası”nı hortlatan AKP-MHP iktidarı, böylece basını tamamen kontrol altına alabileceğini ve gerçeklerin gizlenebileceğini düşünüyor. Ancak, bugün, iletişim araçlarının ulaştığı seviye altında Almanya’daki ‘başarı’nın tekrarlanması o kadar kolay değil. AKP rejimi, medyada tam kontrol sağlayamadığı gibi, kontrolü altındaki medyayı da ikna edici hale getirmekte zorlanıyor. Şüphesiz medya hâkimiyetinin bir getirisi var ama elindeki medyayı tek sesli hale getirdiği ölçüde, okunma ve izlenme oranları düşüyor, çok fanatik kesimler dışında insanlar alternatif bilgi kaynaklarına da ilgi gösteriyorlar. Başta özgür basın olmak üzere, çoğu dijital olan bu kaynakların resmi tirajları ile etkileri ise birbirinden çok farklı. “Kimin gazeteci olduğunu” belirleme yetkisi Altun’a verilmiş olsa da sokaktaki her yurttaşın gazetecilik yapabildiği koşullarda, resmi kayıtların çok anlamı kalmıyor; “görüntü yasağı” genelgesinin de sonuç vermesi pek kolay değil.
En önemlisi de tarih kitaplarında yazdığı gibi, örnek alınan rejimin sonu pek hayırlı olmamıştı. Gerçeklerin eninde sonunda açığa çıkmak gibi kötü bir huyu var çünkü.