Türkiye, ister Suriyeli olsun; ister İran, Irak veya Afganistanlı olsun, iltica başvurusu yapmış tüm kadınlara en fazla geçici koruma, yani zaman ve kapsam bakımından belirsiz bir koruma statüsü veriyor ve onlara bırakın toplumsal cinsiyet lensinden bakmayı, insan olmalarından kaynaklı dahi herhangi bir hak tanımıyor
Müge Yamanyılmaz*
Göç olgusu konusundaki yasal mevzuat ve uygulamalar, söylem ve tutumlar ile yapılan akademik çalışmalar 1990’lara dek erkek egemen bir paradigmaya dayanıyordu. Bu durum savaşlar, emperyalist saldırılar, patriyarka ve kapitalizmin yoğun baskısı altında artan göç dalgalarında kadın ve LGBTİ+’ların ihtiyaç ve deneyimlerinin görünmemesi, dile getirilmemesi, örgütlenen mücadele alanlarının dışına itilmesine sebep oldu.
Suriye’de 2011’de emperyalist müdahalelerle bir savaş başladı, Şengal’e yönelik IŞİD ve cihatçı çetelerin soykırım niteliğinde saldırıları oldu, 2021’de Taliban Afganistan’daki iktidarı tamamen ele geçirdi, bu yıl Rusya Ukrayna’yı işgal etti. İran’da da otoriter ve baskıcı rejim başta kadın ve kız çocukları olmak üzere tüm topluma yönelik saldırılarını sürdürüyor. Bütün bu savaşların, işgallerin ve şiddetin içinde kadınlar ve LGBTİ+’lar kimi zaman hareket, göç ederek kimi zaman da bulundukları yerlerde yaşamlarına sahip çıkmak için direnmekteler. Eylül ayında İran’da Jîna Mahsa Emînî’nin gözaltında “şüpheli” şekilde öldürülmesiyle başlayan kadın isyanı, 5 gün önce de Kobanê’ye TSK tarafından yapılan saldırıya karşı Kobanêli kadınların direnişi, aynı zamanda göç olgusunu yaratan, onu ortaya çıkaran sebeplerle de mücadele etmek demek.
Öte yandan 1980’lerden bu yana tüm dünyada artan neoliberal politikaların etkisiyle ortaya çıkan bakım krizi, eski Sovyet ülkeleri başta olmak üzere pek çok çevre ülkeden kadının emeği ile çözülmeye çalışıldı. Bu da merkez ülkelerdeki bakım emeği ihtiyacını karşılamak, ev işçisi olarak çalışmak üzere kadınların göç etmesine neden oldu. Nihayetinde bu süreç “göçün kadınlaşması” şeklinde adlandırıldı. Bu sebep, kimi zaman transit kimi zaman hedef ülke konumundaki Türkiye’de, göçmen kadın/kız çocuğu ve LGBTİ+ların nüfusunu arttırdı. Ancak, AKP cinsiyet eşitlikçi yasal mevzuat ve uygulamalarla desteklemediği, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırdığı ve 6284’ü uygulamadığı, mülteci ve göçmenleri dış politikada bir pazarlık unsuru olarak kullandığı ve ucuz, güvencesiz emek rejimine dâhil ederek ekonomik büyüme paradigmasına dayanak oluşturduğu için erkek egemen, militarist, tekçi ve neoliberal düzende en çok kadın ve LGBTİ+lar savunmasız bırakıldı, katmerli olarak sömürüye ve şiddete açık hale getirildi.
Türkiye, cinsiyetten de hiç bahsetmeyen BM’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince nedeniyle sadece Avrupa Konseyi (AK) üyesi ülkelerden gelenlere (uygun şartlar söz konusuysa) mülteci statüsü veriyor. Bu nedenle Türkiye’de statü ve haklara erişim noktasında Avrupalı olmayan sığınmacılar açısından bir boşluk bulunuyor. Türkiye’deki mevzuatta ise 2013’te Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK), 2014’te Geçici Koruma Yönetmeliği kabul edildi. 2016’da Avrupa Birliği ile Türkiye arasında Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanmasıyla da Türkiye siyasi ve ekonomik çıkarları gereğince Avrupa’nın mülteci bekçiliğine soyundu.
Temel kanun olan YUKK’ta kadın mültecilere ilişkin özel bir düzenleme bulunmuyor. Temel haklar üzerine olduğu için kanun ile düzenlenmesi gereken “geçici koruma” statüsü de bir yönetmelik ile düzenleniyor! Bu yönetmelik, kadınlarla ilgili ayrı özel hükümler içermiyor. YUKK da Geçici Koruma Yönetmeliği de kadınları ve toplumsal cinsiyete dair düzenlemelerini ‘özel ihtiyaç sahibi grubu’ tanımlaması içinde yapıyor. Ayrıca YUKK’ta Aralık 2019’da yapılan düzenleme ile uluslararası koruma başvuru sahiplerinin sağlık hizmetlerinden yararlanması da bir yıl ile sınırlandırıldı. Yine OHAL döneminde sınır dışı ile ilgili yapılan düzenlemeler ile uluslararası hukuk açısından ilkesel olan geniş kapsamlı geri gönderme yasağı ciddi anlamda delindi. Son olarak Human Rights Watch’un 24 Ekim 2022 tarihli raporunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden ve UNHCR/ Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden mülteciler için büyük fonlar almasına rağmen hukuksuz ve insani olmayan sınır dışı uygulamaları gözler önüne serildi. Kadınlar ve LGBTİ+lar için bu hukuksuz geri gönderme pratiklerinin şiddet ve ölümden başka bir şey getirmediğini biliyoruz.
Öte yandan Şubat 2022’den bu yana İçişleri Bakanlığı “Seyreltme Projesi” başlatmış, bu proje ile mültecilerin adreslerinde ikamet edip etmediklerini tespit etmiş, adres tahkikatlarıyla pek çok mültecinin geçici koruma ve uluslararası koruma kimliklerini iptal etmiş ve/veya sınır dışı etmiştir. İş bulmak, hayatlarını idame ettirmek ve ucuz ev kiralamak üzere belli şehir ve mahallelerde ikamet etmek zorunda kalan mülteci hanelerdeki kadınlar, adres tahkikatı uygulaması ile oldukça zor duruma düştüklerini aktarıyorlar. Bazı mülteci kadınlar süreçte güvenliksiz ve hukuksuz olarak geri dönmeye zorlandıklarını ifade ediyorlar.
Türkiye, ister Suriyeli olsun; ister İran, Irak veya Afganistanlı olsun, iltica başvurusu yapmış tüm kadınlara en fazla geçici koruma, yani zaman ve kapsam bakımından belirsiz bir koruma statüsü veriyor ve onlara bırakın toplumsal cinsiyet lensinden bakmayı, insan olmalarından kaynaklı dahi herhangi bir hak tanımıyor. Üstelik mülteci kadınlara birtakım ödevler yüklüyor. Hem uluslararası koruma hem de geçici koruma rejimini düzenleyen Türkiye hukukuna dair metinler kadın mültecilere, kız çocuklarına ve LGBTİ+lara dair toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan veya koruma sürecinde onların özel ihtiyaçlarını dikkate alan hükümler içermiyor. İltica hakkını ve bu hakka erişimi toplumsal cinsiyet temelinde garanti altına alan ilk ve tek sözleşme, İstanbul Sözleşmesi’nin 60. ve 61. maddeleri, 2021 yılında Erdoğan’ın sözleşmeyi tek taraflı feshetmesiyle boşa düşürüldü. 6284 ise buralı kadınlar için uygulanmadığı gibi mülteci ve göçmen kadınlar için de çoğunlukla uygulanmıyor.
AKP’nin bu politikaları, kadın göçmen ve mültecilerin güvenlik, beslenme, barınma gibi acil ihtiyaçlarını karşılayamamalarına, eğitim, iş, ulaşım, sağlık olanaklarına erişememelerine, kadın ticaretine maruz bırakılmalarına, cinsel ve fiziksel istismara, şiddete uğramalarına, çocuk yaşta, erken ve zorla evlendirmelere elverişli bir zemin sunuyor. Yine erkek çok eşliliği ve dil sorunu nedeniyle mülteci ve göçmen kadınlar sosyal izolasyon, yabancılaşma ve yoksulluk yaşıyor; iş yerlerinde emek sömürüsüne, cinsel istismara, idari gözetim ve sınır dışı tehdidine açık hale geliyorlar. Son zamanlarda siyaset esnafları tarafından artan ötekileştirme ve nefretle birlikte de hem hane içinde ve toplumsal yaşamda hem de iş yerlerinde iyice yalnızlaş(tırıl)ıyorlar. Oysa AKP-MHP iktidarının izlediği emek düşmanı politikalardan ötürü emek piyasasında karşı karşıya getirilen mülteci ve Türkiyeli emekçilerin mücadelesi ortaktır, tıpkı erkek egemen sisteme karşı “buralı” ve göçmen, mülteci kadınların mücadelesinin ortaklığı gibi. Tam da bu nedenle Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olan 25 Kasımlarda, göçmen ve mülteci kadınlarla birlikte emeğimize, kimliğimize ve irademize daha güçlü sahip çıkmamız gerekir.
Göçün tarihselliğini ve sınıfsallığını kavramak zorundayız, ancak bu yetmez! Göçün toplumsal cinsiyet boyutunu görmek, kamusal alanda tartışmaya açmak, göçmen ve mülteci kadınlarla, LGBTİ+larla birlikte örgütlenip mücadele etmek elzem. Diğer türlü, bugün “göç yönetimi” olarak adlandırılan ve modern egemen/ emperyalist devletlerin ve uluslararası kuruluşların (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği vb.) tekelinde olan hareketliliği denetleme ve düzenleme erkini anlamlandırmamız mümkün değil. İlk adımı atmak için bu 25 Kasım’da göçmen kız kardeşlerimiz bize bir el uzatıyor, onu tutma cesaretini gösterelim.
*HDK Kadın Koordinasyonu