Semra Güzel*
Katil kendisi kapıya gelip teslim olmuştu ve sarıp sarmalanıp ‘abileri’ tarafından alınmıştı. Sosyal medya hesapları o gözaltındayken silinmişti. ‘Sözde bağımsız yargı’ sorgulama ihtiyacı bile duymadan 24 saat geçmeden tutuklamıştı. Kadim cezasızlık siyaseti yine devreye konulmuştu.
Fransız Devrimi (1789) gerçekleştiğinde İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ilan edilir. Kadınların içerisinde olmadığı bu bildirgeye Olympe de Gouges tepki göstererek Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni teklif eder. Keza bireyin yasasında kadına yer yoktur. Ve bunun bedelini giyotin ile öder. “Biz kadınlar giyotin sehpasına çıkma kapasitesine sahipsek, neden halka hitap edilen kürsülere çıkamıyoruz” diyerek bu karara meydan okur. Olympe’nin birçok kadın arkadaşı akıl hastanesine kapatılır. Ölüme götüren bu karar Olympe’nin yol arkadaşı Manon Roland’ı da kıskacına alır. İçişleri Bakanı’nın eşi olması “dahi” onu kurtarmaya yetmez. Devrim Mahkemesi “Doğaya aykırı bir biçimde politik etkinliklerin içinde olma eğilimi” gerekçesi ile Manon’u da giyotinle ölüme mahkûm eder.
Olympe, Manon ve hayatta var olduğunu dile getiren binlerce kadın hâlâ aynı şeyi ispat etmeye çalışıyor: Var olduklarını. Modernizm kendi ideolojik çerçevesinde büyük bir yanılgı ile zamanın, bütün birikimi ile toplanarak ileriye doğru aktığını söylese de ataerki sistem içerisinde değişmeyen birçok şey var. O da özne olmalarına izin verilmeyen, seslerini duyurmak isteyen her kadın, Virginia Woolf’un deyimi ile “hayatı hakkında gerçeği söyleyen her kadın” yok edilmesi gereken bir nesneye dönüşüyor. Ve hâlâ bazılarımız bunun bedelini yaşamı ile ödüyor, tıpkı Deniz Poyraz gibi.
Toprağa düşeni, ölümü yazmak zordur. Bir daha göremeyeceğini, duyamayacağını, dokunamayacağını bilmek daha da zordur. Fakat bizleri ayakta tutan haklılığımız ve yaşamdan kopanların uğruna bedel ödedikleri mücadeledir. Keza bu mücadelede yaşamlarını kaybedenler bir varlık mücadelesi olarak bizleri sürekli olarak haysiyetli bir yaşama davet eden çağrının en görünür çehresi haline gelir. Deniz, kendisini katledenleri belki tanımıyordu ama onun arkasındaki zihniyeti çok iyi biliyordu. Yıllarca bu zihniyete karşı mücadele etmişti. Keza bir Kürt kadın olarak mevcut sistemin milliyetçi ve ataerkil zihniyeti onu topraklarından ayırmış, birçok Kürt gibi göç etmek zorunda bırakılmıştı. Çok defa gözaltına alınmış, ailesi ve kendisi ölümle tehdit edilmişti. Bu zihniyet hâlâ onu cezaevi kapılarına götürüp getiriyordu. Deniz’in bu varlık mücadelesi 17 Haziran günü bir katliam ile sekteye uğratılmak istendi.
Kuşkusuz saldırının birçok hedefi vardı. Hiçbir siyasi cinayet sadece bir kişiyi hedef almaz. Cinayeti işleyenin de kurban edilenin de ardında kalanlara bir mesaj verilmek istenir. Bir yandan korku ve dehşet saçmak, bir yandan toplumda ümitsizlik yaratmak, bir yandan toplumu mücadelesinden koparmak hedefleniyordu. Katilin profili bir bütün Deniz’i öldüren zihniyetin profiliydi. Silahlı çekilen fotoğraflar, nefret söylemleri, Suriye’de çetelerle beraber olması, 6 ay boyunca keşif yapması, hiçbir GBT’ye takılmaması, rahatça ruhsat alması, Vali’nin yönetim kurulunda yer aldığı otelde kalması, Deniz’i vurduktan sonra fotoğrafını çekip paylaşmaya fırsat bulması ve bu süre boyunca güvenlik güçlerinin katili durdurmaya dönük müdahalesinin olmaması, bunun yerine enerjisini çevre esnafların bir haftalık kamera kayıtlarını alıp temizlemeye ve içeriye girmek isteyen yöneticileri engellemeye harcaması bu cinayetin planlı olduğunu zaten gösteriyordu. Katil kendisi kapıya gelip teslim olmuştu ve sarıp sarmalanıp “abileri” tarafından alınmıştı. Sosyal medya hesapları o gözaltındayken silinmişti. “Sözde bağımsız yargı” sorgulama ihtiyacı bile duymadan 24 saat geçmeden tutuklamıştı. Kadim cezasızlık siyaseti yine devreye konulmuştu. Toplum bu yaşananlara bu kadar hassasken ve aydınlatılmasını isterken iktidarın küçük ortağı tıpkı diğer katilerin yaptığı gibi profilinden yaptığı kurt işaretinden rahatsız olacak ki hemen katili değil, Deniz’i hedef yapmıştı.
Bu mekanizma uzun zamandır Kürt ve kadın düşmanlığı ile harmanlanmış özel savaş yöntemlerini kullanarak toplumu yönetmeye çalışmaktadır. Bu yöntemde kontrollü bir gerilim stratejisi uygulanır, kimi semboller üzerinden -Taybet Ana, Ekin Wan, İpek Er ve Deniz Poyraz örneklerinde olduğu gibi- mesajlar verilir. Mesajın muhatabı olan diğerleri hukuk, medya, siyaset kıskacında sözle dile gelmeyen bu özel savaş stratejisine karşı “korunaklı alanlar” olarak kabuklarına çekilmeye itilmek istenir. “Dışarı çıkmazsan, sesini çıkarmazsan sana karışılmaz ama sokaktaysan sonun budur” denilir. Fakat uzun zamandır devam eden bu stratejinin “patlama momenti” olan Deniz Poyraz’ın katledilmesi bu defa istediği sonuçları alamadı. Deniz’in annesinin “Baş eğmem bunlara” tepkisi bu politikayı bir kadın tarafından daha en başında boşa düşürmüş oldu. Fakat saldırılar her boyutta her an uygulanmaya devam ediyor.
Kuşkusuz bu katliamın faili devletin kutsal cezasızlık ilkesinin bir yansıması olarak da ortaya çıktı. Devletin cezasızlık politikası her yerde uygulanmaya devam ederken hükümet bu cezasızlık politikalarını hukuki kılıflara büründürme çabası içerisinde. Çıkardıkları yasa teklifleriyle ve kararnameler ile kazanımlarımız gasp edilmekte. İstanbul Sözleşmesi’nden kararnameyle Türkiye’nin imzasını çekmesinden hemen önce kurulan komisyonda şiddet meşrulaştırılmaya, aile kavramı içerisine sıkıştırılmaya, çözümü psikolojik tedavide arama çabasına girildi. Çağırılan kurumlar diğer kadın kazanımlarımızı hedef aldı. 6284’ün değiştirilmesi gerektiği, kadının beyanının esas alınması ile erkeklerin mağdur olduğu ifade edildi. Son çıkarılan yargı paketiyle amaçladıklarını tek tek yasalaştırmaya çalıştılar ve bu çaba devam ediyor. Yargı paketi ile geçirilen Madde 13 ile kadın ve çocuk istismarı suçlarında somut delil aranması gibi. Bu suçlarda ne zaman ortada aranacak somut delil bırakılmış ki? Kadınlar çoğu zaman bu yaşadıklarını üzerlerinden atmak için farkına varmadan somut delilleri ortadan kaldırmış olur ya da anlatamaz ve yıllar sonra şikayetçi olur. Ya da deliller fail tarafından çoktan ortadan kaldırılmıştır. Hele çocuklar çoğu zaman fail tarafından tehdit edilir ve söylemezler ya da yaşanılanın ne olduğunun farkında dahi değildirler. Bir olayı anlatırken yaşadığını da söylemiş olur ya da yıllar sonra yaşadığının istismar olduğunu anlar. Yani somut delil aramak demek aslında bu istismar suçlarının büyük bir çoğunluğunun cezasız kalması demek. Devlet kadınlara, kadın kazanımlarına saldırmaya devam ediyor. Cezasızlık politikalarını yasallaştırıyor. Bundan sonraki hedefi 6284 olabilir ve yargı paketi 13’ün ortasına bir sıfır ekleyip daha önce hedefinde olan TCK 103’ü değiştirmeye çalışabilir. Bir bütün olarak kadınların varlığına yönelik geliştirilen bu saldırılar ile iktidar kendi varlığını garanti altına almaya çalışmakta, özellikle politik kadınları hedefine koymaktadır. Mücadeleyi bir bütün olarak gören bizler her yerde Deniz’in mücadelesine olan inancımız ile bu cinayet kadın kırımının bir parçasıdır demeye nasıl devam ediyorsak “İstanbul Sözleşmesi Bizimdir” demeye de ev ev sokak sokak erkek egemenliğine karşı mücadele etmeye de devam ediyoruz. Bugün bu mücadele adalet kelimesi mahkeme salonlarındaki bir yazıdan ibaret kalmasın diye devam ediyor. Gülistan’ın annesi Dersim Adliyesi’nde, Şenyaşar Ailesi Urfa Adliyesi’nde, Berkin’in ailesi İstanbul’da, işçiler, emekçiler her yerde seslerini yükseltiyor. Bizlere yaşatılanlar birike birike bir öfkeye bu öfke de daha güçlü bir mücadeleye dönüşüyor.
Hepimiz şunu çok iyi biliyoruz: Adalet arayışı isminde adalet olan yerde değil içerisinde adalet olan yerde bulunacaktır. Bu da ancak ortak mücadeleyi örerek mümkün olacaktır. Faşist, militarist çete-mafya ilişkilerinde boğulmuş bir sistemin panzehri ancak birlikte mücadeleden geçmektedir. Farklılıklarımız ile beraber bir arada yaşayabildiğimiz zaman ancak bu sistemi durdurabileceğiz ve hâlâ devam eden bu modern giyotin sistemine güçlü bir karşı koyuş şekillendireceğiz.
Kadınlar yüzyıllardır eşitlik talep ettiği için katlediliyor. Deniz, politik bir kadın olarak hedefteydi. Hâlâ politikayı “kadın doğasına aykırı” olarak görenler için büyük bir hedefti. Fakat ne o ne de bizler tıpkı Manon gibi bu mücadeleden vazgeçmedik, vazgeçmiyoruz. Bu ısrarı bizler, her gün alanlarda olanlar, yaşayarak, bir arada mücadele ederek görüyoruz. Geçtiğimiz hafta Mersin’deydik. Deniz’in bize emanet ettiği mücadeleyi yürüttük. Sokaklarda kadınlar ile beraberdik. Yine aynı hafta İzmir mitinginde herkes hep bir ağızdan HEPİMİZ DENİZ’İZ dedi. Onun mücadeledeki kararlılığı çoktan her yere yansımış durumda. Tam da Fehime Anne’nin dediği: “Bir Deniz aramızdan uçup gitmişti ama binlerce Deniz her yerdeydi.”
*HDP Diyarbakır Milletvekili