Avusturya Başbakanı Mettejnich, 1840’lı yıllarda “Fransa hapşırdığı zaman Avrupa nezle olur” demişti. Aynı süreçte Karl Marks, “Alman ayaklanmasının günü Galya horozunun ötüşü ile ilan edilecektir” diyerek Fransa’nın Avrupa açısından politik rolüne vurgu yapmıştı. Farklı sınıfsal ve siyasal kamplardan birbirine benzer tahlillerin yapılmış olmasının sebebi, 1800’lü yıllar Avrupa’sında farklı ülkelerde, gerek sınıfsal gerekse siyasal çelişkilerin iç içe geçmişliğini ve birbiriyle benzerliğinin görülmüş olmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle bütün 18. yy.’da Fransa’da başlayıp Avrupa’ya yayılan devrim dalgalarına tanıklık etti ve benzer bir gelişme 68 Öğrenci Hareketleri’nde de yaşandı. 22 Mart 1968’de, Paris’in batı banliyölerinden biri olan Nanterre’de başlayan öğrenci protestoları hızla tüm dünyaya yayılan ve bir döneme damga vuran bir harekete dönüştü.
Paris’te başlayan ve giderek kıtanın diğer ülkelerinde etki göstermeye başlayan Sarı Yelekliler hareketi, tarihi okuyup dersler çıkarma konusunda sosyalistlerden daha becerikli olan egemen sınıfların hafızasında, muhtemelen benzer çağrışımların yapılmasına, yüreklerinde benzer korkuların oluşmasına sebep olmuştur. Elbette tarih tekerrürden ibaret değildir. Ancak neredeyse bütün dünyayı kapsayan neo-liberal yıkımın hemen hemen bütün ülkelerde benzer çelişkilerin keskinleşmesini tetiklediği de görülmelidir. Bu tarihsel benzetmelerin niyeti Paris’te başlayan hareketin benzer bir dalga yaratacağı kehanetinden öte, gelişecek sürecin bütün Avrupa’yı hatta dünyayı etkileyecek bir sürecin işaret fişeğini ateşlemiş olma olasılığını vurgulamak içindir.
Aslında Paris’teki sarsıntı, sadece egemen sınıflar açısından değil, yıllarca egemenlik ilişkileri içerisinde kendine yer edinmiş Avrupa solu ve sendikaları için de geçerlidir. Avrupa sosyalist hareketi çok uzun zamandan beri işçi sınıfının devrimci karakterini reddederek, iktidar perspektifini bir kenara bırakıp devleti ve sermayeyi devirme hedefini terk etmiş, politik bir mücadele zemininden çok parlamenter sandık zeminine dönüşmüştür. Sermayenin sürekliliği ekseninde oluşmuş statüko içerisinde yer edinmiş sol ve bu solun beslendiği, beslediği sendikalar kontrolleri dışında gelişen ya da kontrolden çıkma potansiyeli taşıyan her kitlesel politik eylem ve harekete düşmanca tutum almaktan çekinmemişlerdir. Polisle çatışmaya giren bu hareket hızla vandallık, barbarlık, provokatörlükle suçlanmış, hükümetin çevre politikaları adı altında uygulamaya koyduğu vergi politikalarına itiraz ettikleri için ekolojik olmamakla itham edilmiş sağ faşist güçlerin varlığı gerekçesiyle sola düşman gösterilmiş ve en azından başlangıcında yalnız bırakılmış hatta tüm dünyaya böyle lanse edilmiştir. Foti Benlisoy’un tarifi ile “Beklenmedik bir hızla gelişen spontan, lidersiz, doğrudan eyleme dayanan hareketler karşısında takınılan bu sakınımlı tutumu, sağlıklı bir temkinlilik örneği olarak görmek mümkün değildir. ‘Göğün altında kaos varken’ itidal çağrısı yapmak, bir siyasal olgunluk değil, sinizm işaretidir.” Hatta korkaklık, halklara ve işçi sınıfına ihanettir. Devrimci eylem reformist önderliklerin tahtını da sallamaya başlamış bulunuyor.
Sarı Yelekliler eylemi karşısında yapılan açıklamalar ve takınılan tutum Avrupa solu açısından sol duruşun bir sınıfsal tutum alış olmaktan çıkarılıp bir değerler ve kimlikler duruşuna indirgendiğini de göstermektedir. Aynı şekilde kendisini sosyalist diye tarifleyen bu partilerin devrim yapmak ve sermayeyi devirmek gibi bir hedeflerinin de kalmadığının yani gerçekte birer sermaye partisine dönüştüklerinin de göstergesidir.
İronik bir şekilde yeniden Gezi tartışmalarının yapıldığı bir dönemde Fransa’dakine benzer tutumlar akla gelmektedir. Gezi’nin başlangıcında pek çok çevre gelişen hareketten ürkerek, zamanın SDP’lilerinin tüm çağrılarına rağmen, halk akın akın gelene kadar Taksim’e inmek yerine Gezi Parkı’na çekilmiş, ayaklanma başladığı gün kontrolden çıkma potansiyeli nedeniyle bitirilmek istenmiştir. Aynı şekilde Gezi ayaklanması sırasında polisle çatışanlar provokatör ve vandal ilan edilmiş, polisin gaz bombalarına karanfil atılarak yanıt verilmeye çalışılmıştır. Gezi’nin sarı baretlilerine tavır alan solla, Paris’in Sarı Yeleklileri’ne tavır alan sol aynı yerden beslenmektedir. Kitle eylemine güvensizlik temkinli bir siyaset olmayıp, eylemi kendiliğindenliğe bırakarak sistem içerisinde yok olmasına seyirci kalmak anlamına gelir. Sarı Yelekliler talepleri yönünde kazanımlarla ilerliyorsa, bunun sebeplerinden birisi de eylemcilere vahşice saldıran polise taş atanların elini tutan birilerinin olmamasıdır. Devrimciler alana indikçe eylem sağ görüntüsünü kaybedip sol marşların yükseldiği bir görünüme bürünmeye, Galya horozu ötmeye başlamıştır. İşçi sınıfı ve ezilen halkları hedef alan vahşi neo-liberal politika çökerken, küresel ölçekte güçlenen radikal sağ dalga ve otoriterleşen devletler öne çıkıyor. Bu radikal sağ ve otoriterleşmenin karşısında pek çok ülkede kıvılcım halinde, ezilen halkların ve dünya işçi sınıfının başlangıç halindeki direnişleri duruyor. Sarı Yelekliler kızıl bayraklarla buluştuğunda, sermayeye gerçek cevap da ortaya çıkmış olacaktır. Şimdi inisiyatif alma zamanı devrimci hareketlerdedir. Ülkede ve dünyada rüzgâr işçiden yana dönüyor.