Sultan 2. Abdülhamid iktidarda olduğu yıllarda yandaşları tarafından ‘Ulu Hakan’ sıfatı ile anılırdı. Tarihe ise zulmünden mağdur olanların yakıştırdığı ‘Kızıl Sultan’ sıfatı ile geçti. Yanlış anlamalara fırsat vermemek için bu örnekteki ‘Kızıl’ ifadesinin çoğunlukla olduğu gibi komünist eğiliminden değil, kan dökücü siyasetinden kaynaklandığını belirtmeliyiz.
Sultan Hamid Osmanlı padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardandır. Ancak onun oturduğu saltanat tahtı dikenliydi. 33 yıl boyunca diken üzerinde oturdu. İmparatorluğun tarihini yazanlar bu otuz üç yılı ‘İstibdat dönemi’ olarak nitelediler. Tahtın dikenleri zaman içinde paranoya diye bilinen psikopatolojik sendroma yol açtı. Paranoya derinleştikçe zulmü de artan padişah, korkuları ile baş etmek uğruna ülke yönetimini bir polis devletine dönüştürdü. Beslediği muhbir ajanların ilettiği jurnaller hastalığının ve buna bağlı olarak da zulmünün artmasına yol açmıştı. Basın, muhalif düşünceler, ülkenin azınlıkları bu dönemde tarihlerinin en ağır baskıları ile karşılaştılar. Hırsızlık ve talan ile nam salmış Kürt aşiretlerinden devşirdiği ve kendi adıyla anılan Hamidiye Alayları Ermenilere ve Alevilere yönelik katliamlara imza attılar.
Meşrutiyetin ilanı, Kanun ı Esasi, Jön Türkler, İttihat Terakki darbesi gibi olaylarla Hamit devri kapandı ve köprülerin altından çok sular aktı.
Köprülerin altından akan sularla Alman Kayzeri’nin ajanları ülkeyi 1. Dünya Savaşı’na sürükleyerek batılıların deyişi ile ‘Hasta adam’ haline düşürülen Osmanlı imparatorluğu’na son darbeyi de vurdular.
Resmî tarihçiler Osmanlı düzeninin yıkılmasından sonra Cumhuriyeti’n kurulmasını yeni bir başlangıç olarak sunmaya gayret ederler. Hanedan soyunun tasfiyesi ile yeni iktidar sahiplerini de eski günahların vebalinden arındırmaya girişirler. Önceleri geçmişin suçlarla dolu mirası inkâr edilir, sonra da köksüzlük sancıları ile ‘ecdadımız’ edebiyatına dönülür.
Köprülerin altından sular akmaya devam eder ve Abdülhamid’in ruhu asri zamanlarda bir kez daha ete- kemiğe bürünerek, eski paranoyaları ile, zulmü, sansürü ve baskıları ile yeniden hayatımıza girer. İstibdat rejiminin benimsediği tarzı siyaset bir kez daha inşa edilir. Hamidiye Alaylarından örnek alınarak, geçmişte kan dökmek üzere Topkapı Sarayı’na biat edenlerin torunlarından bu kez de Beştepe Sarayı’na biat etmeleri istenir ve ‘Korucular’ diye bilinen silahlı yapı oluşturulur. Gazeteler, TV kanalları yasaklanır, bir kez daha ülke aydınlarına sürgün yolları açılır.
Geçtiğimiz hafta 14 sivil toplum aktivisti ve akademisyenin gözaltına alınmasını, ardından da biri hariç tümünün salıverilmesini bu tablo içinde değerlendirmek gerekir. Hukuk ilkeleri içinde somut karşılığı olmayan, yasalarda tanımı bulunmayan suçlamalarla insanları sabaha karşı evlerini basarak gözaltına alınmasının iki açıklaması var: Biri Abdülhamit’ten bu yana iktidar sahiplerini kuşatan paranoya, diğeri ise toplumu baskı altında tutma çabası.
2013 yılı Mayıs ayının son günlerinde patlak veren ve Haziran ayı boyunca tüm ülkeyi saran Gezi eylemleri, hiç ilgisi olmadığı halde, iktidar sahipleri tarafından bir ihtilal girişimi olarak okundu. Eylemler iktidarın halkın tercihlerine hoyratça müdahale etmesine bir tepki olarak başlamış, iktidarın şiddetle bastırma girişimlerine karşı da katlanarak yükselmişti.
Eylemlerin odak noktası konumundaki Taksim Gezi Parkı içinde cisimleşen dayanışma platformu, eylemin amacından sapmaması için büyük bir çaba göstermiş, tüm eğilimleri kucaklarken, hiçbir siyasi partinin bu eylemlerden nemalanmasına da fırsat vermemişti. Hatırlayalım, ana muhalefet partisi bu eylemlerden önce aldığı bir kararla Kadıköy’de miting düzenlemeye hazırlanıyordu. Gelişmeler üzerine mitingi Taksim’de yapmaya niyetlendi. Ancak belirlenen tarihten birkaç gün önce parkı ziyaret eden genel başkan Kılıçdaroğlu platformun duruşunu dikkate alarak bu kararından vaz geçti.
1968 Paris öğrenci ayaklanmasından 45 yıl sonra İstanbul, Taksim Meydanı’ndan başlayarak tüm ülkeye yayılan eylemler, iktidar sahipleri tarafından ısrarla kriminalize edilmeye çalışılsa da, tarih içinde hak ettiği yere şimdiden oturdu bile.
Bu gerçek karşısında Anadolu Kültür çalışanlarına yönelik suçlamalar “Dolmabahçe Camii’nde bira içtiler”, “Kabataş’ta başörtülü bacımızı taciz ettiler” iddiaları kadar koftur ve sahibini -eğer öyle bir duygu kalmış ise- utandırmaktan başka bir işe yaramaz.