T24’ün kurucularından gazeteci Doğan Akın ile medyayı ve yaşanan sorunları konuştuk
Ahmet Tulgar
Uzun yıllar aynı medya kurumlarında yakın çalıştığım Doğan Akın, Türkiye’nin artık orta yaşlı gazeteci kuşağının önde gelen isimlerinden biri. Tanıdığımdan bu yana “mesleğine aşık” deyimini yakıştırdığım biri. Çok uzun yıllar ana akım medyada önemli pozisyonlarda çalışan Doğan, 10 yıldır da kurucusu olduğu T24’ü yönetiyor. Bugün Türkiye medyasının önemli yayın organlarından biri olan T24, ana akım medyada barınmaz duruma gelmiş birçok ‘şöhretli gazeteci ve yazar’ için de bir barınak oldu. Doğan Akın ile internet gazeteciliğini, Türkiye medya düzenini ve T24’ü konuştuk.
- T24 dijital gazeteciliğe görece erken başladı. 10 yılı tamamladı. Kâğıtta gazetecilikle karşılaştırdığında nasıl deneyimler biriktirdin? Dijital gazetecilik sana ne gibi imkânlar sundu?
Aslında ben “internet gazeteciliği / dijital gazetecilik” kelimelendirmesini doğru bulmuyorum. Doğru olmayan her şey yanlış mıdır, o ayrı bir fasıl, ancak demek istediğim, hangi zeminde olursa olsun, gazeteciliğin değişmeyen, değişemeyecek bir özünün olduğu. Ama “internette gazetecilik” dediğimiz zaman, evet, gazeteciliğe, özellikle bağımsız gazeteciliğe hayal edemeyeceğimiz imkânlar sağladı. Gazeteciliğe sağladıklarını biliyoruz; mesleğimizi çok daha fazla imkânla yapabiliyoruz internet sayesinde. Gazetecilik doğası gereği “acil” bir meslek, internet neredeyse gerçek zamanlı bir habercilik yapabilmemizi sağlıyor. Habercilik, internet sayesinde kısıtsız metin hacmi ve görsel/işitsel malzeme kullanımı açısından bütün imkânları aynı anda internette kuşanabiliyor. Bu yönüyle ayrı ayrı televizyon, radyo ve kâğıda özgü imkânlar tek başına internette gazeteciliğin imkânı oldu. Bağımsız gazetecilik ise tatlı ancak çok uzak bir hayal olmaktan ciddi bir ihtimale evrildiyse, bunu da önemli ölçüde internete borçluyuz. Büyük binalar, bobin bobin kâğıt kuleleri, dağıtım ağları, kamyon filoları, stüdyolar, bedelli frekans tahsisleri…
Ve bunların toplamının ortaya koyduğu devasa maliyetler, bağımsız gazetecilik girişimlerinin karşısında aşılması neredeyse imkânsız engellerdi. Bu, artık kıymette hafif, pahada ağır mecraları internet tek başına -ve çok çok daha düşük maliyetlerle- ikame edince bağımsız gazetecilik ilk kez sahiden sürdürülebilir bir yapıyla yürürlüğe girebildi. Dijital gazetecilik bana da, birçok meslektaşım gibi, bağımsız gazetecilik hayalinin peşine düşme cesareti verdi. Sesi kısılmak istenen insanlara, “Kimse sizden yana olmasa da biz sizden yanayız” diyebilme, “Kimselerin milyonları olmadan, kimselerin dudağına bakmadan habercilik yapabiliriz” diyebilme imkânı sağladı. Peki, internet bu imkânları sağladı da iş bitti mi; elbette hayır. Burada ilk söylediğime dönüyorum; malum, gazetecilikte iş başından sonuna “insan”a bakar. İnternette de gazeteciliği “insan” yapıyor, en büyük imkân insan. Bu nedenle, yıllardır karşılık almadan T24 gibi mecralarda yazan çizen insanların hakkı ödenemez. Bu boyutta kurumlaşamamak en büyük eksiğimiz. Tesellisi olmaz, ama yine de tek avuntum, 10 yıldır kendi cebime de -sadece bir bankada işleyen tek hesabım var ve herkese açıktır- T24’ten tek kuruş girmemesi. “Yok”luğun da imkânıyla kimselere bakmadan habercilik yapmaya çalışıyoruz; ancak hiçbir kişiden, şundan bundan, aklınıza ne geliyorsa ondan tek kuruş almadan bağımsız gazeteciliği kurumlaştırmaya çalışmanın bir bedeli var ve onu hep birlikte ödüyoruz. Bağımsız habercilik, finansal bağımsızlığın yanı sıra ideolojik takıntılardan da arınmayı gerektiriyor ki o ayrı bir konu. Eklemek lazım; dijital ortamda gazetecilik, büyük imkânlarının yanı sıra mevcut sorunlara ek yeni ve büyük sorunlarla da karşımızda. Genel olarak “etik sorunlar” başlığı altında toplayabileceğimiz bu sorunların bir bölümü gazetecilik için hep vardı ve internet gazeteciliğinde de yine varlar. Ancak başta sürat ve okurlar ile arama motorları trendlerinin “etki hiyerarşisi”nin tepesine yerleşmesiyle değişen içerik mimarisinin ortaya koyduğu yepyeni sorunlar var. İnternet medyasında daha fazla trafik -ve dolayısıyla daha fazla reklam getirisi- için rekabetin ana unsuru hâline gelen “hit/tık” arayışı sonucu karşı karşıya bulunduğumuz tık tuzakları yeni sorunların başında geliyor. İnternet medyasındaki mahremiyet ve hak ihlallerinin, geleneksel gazetecilikle karşılaştırılamayacak bir hızla, yine geleneksel gazetecilikle karşılaştırılamayacak ölçülerde geniş alanlara yayılması bir başka ciddi sorun.
- Medyanın önemli değişimler geçirdiği bir süreçte çok uzun yıllar muhabir ve editör olarak çalıştın. Bu sürecin kilometre taşları nelerdi? Bugünlere nasıl gelindi?
Geçmiş girizgâhtır! Bu topraklarda gazetecilik, tarihsel olarak devletin buyruğu, kontrolü, etkisi, lisanı ile başladı. İlk gazetemiz Takvimi Vakayi II. Mahmud’un buyruğu üzerine 1838’de yayına başladı. 1840’ta yayına başlayan Ceride-i Havadis de devletten yardım gören yarı resmi bir yayın organıydı. Cumhuriyet döneminde de bu durum değişik boyutlarda sürdü. Halen Türkiye’nin en kıdemli ulusal gazetesi olan Cumhuriyet’in adını Atatürk koydu. Atatürk, İstanbul’da yayımladığı Yeni Gün gazetesini Milli Mücadele’ye destek vermek üzere Ankara’ya taşıyarak Anadolu’da Yeni Gün adıyla yayımlayan Yunus Nadi’yi, cumhuriyet rejimi muhaliflerine karşı İstanbul’da Cumhuriyet adlı bir gazete çıkarmakla görevlendirdi. Bugün Türkiye’nin az sayıda patronsuz yayınlarından biri olan Cumhuriyet, Atatürk’ün İstanbul’da tahsis ettiği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Cağaloğlu’ndaki merkezinde (Kırmızı Konak) 7 Mayıs 1924’te yayına başladı. Hükümetlerin “gazete kapatma yetkisi”ne sahip olduğu, gazetelerin “izin” alarak kurulabildiği tek parti iktidarını izleyen dönemlerde de, daima devlet dilini kullanan, devletin yok saydığı sorunları, grupları, kesimleri yok sayan gazetecilik pratiğinin yanı sıra -CHP-Ulus / DP-Zafer gibi- parti gazeteleri doğdu. Geçmişle karşılaştırılamayacak hacimde inşa edilmiş bir iktidar medyasına tanık olduğumuz bugün, nitel değil nicel bir sorun yaşıyoruz. “Öteki” mesafesine tayin edilmiş herkesi, her kesimi yaylım ateşine tutan, gerçeğe karşı topyekûn savaş açma kapasitesine sahip amansız/acımasız bir nicelikten söz ediyorum ama. Birisi hep halının altına süpürülmüş üç büyük sorundan kurtulamayarak bugüne geldik. Bir; medya sahipliğinin (şirket, devlet, iktidar vs), medya sermayesinin sorunlu yapısı. İki; siyasal/mevzuatsal baskılar. Üç; gazeteciliğin rezil pratiğine ilişkin tartışmalarda rolleri hep halının altına süpürülen gazetecilerin, özellikle medya elitlerinin kendisi. Bugün gerçeklere savaş açan propaganda makinesi gibi çalışan yayın taburlarının sorunlu bir sermayeye ait olması, o yayınları icra edenlerin “gazeteci” oldukları gerçeğini değiştirebilir mi? Medya eliti kültürüyle hesaplaşmayan bütün medya tartışmaları eksik kalır. O hesaplaşma yapılmadığı için de önemli ölçüde bir “gazeteci kamuoyu” yok Türkiye’de. “Bu yalanı atarsam, gerçeği eğip bükersem, insanların onurunu, hayatlarını hedef alırsam, taammüden nefret lisanı kullanırsam ömür boyu utanırım” duygusu yok, hukuk bir yana, böyle bir kamuoyu denetimi fikri/etkisi yok. Zaaflarıyla yönetilen ve yaptıklarından utanmayan medya elitleri tarihten bugüne sahnede. Osmanlı tamam, bir “milli güvenlik rejimi” olarak da hayata doğan cumhuriyetimizin ilk dönemini de -o günkü ve bugünkü imkânların muhasebesi faslında- bir nebze anlamak mümkün olabilir. Ama bugünkü dünyada medya elitlerinin kendilerini bir “aygıt” durumuna düşürmelerinin kişisel zaafları dışında nasıl bir sebebi olabilir? Velhasıl, çok değişen kilometre taşı göremiyorum ben, eski hastalıklar dijital medyanın da imkânlarıyla üzerimize yağıyor. Her iktidara müptela girizgâhımızdan kurtulamıyoruz. Dijital imkânların bağımsız gazetecilik girişimlerine ilham ve cesaret vermesi, bence tek, ama çok büyük, devrimci bir kilometre taşı.
- T24 medyanın bugünkü konjonktüründe kendisini bir misyonla tanımlayacak olsa, bu nedir?
Misyonumuz “doğru habercilik” vs değil! “Doğru habercilik, “gerçeğe sadakat” gibi şeylerin gazetecilikte “misyon” olarak öne sürülmesi bana komik geliyor. Gazetecilik için “doğru gazetecilik” gibi bir misyon olabilir mi, bir zahmet yani. Yılbaşında T24 editörlerinden biri “Türkiye 2020’ye girdi” diye bir başlık kullanmıştı. Kendisine, “Neden böyle bir başlık attın; başka ihtimaller de vardı ama Türkiye 2020’ye mi girdi” diye takıldım. Gazetecilik de o misal, bu işi hakkıyla yapmaya çalışacaksak gerçeklere sadakat dışında başka ihtimalimiz yok. T24’ün bence büyük misyonu; gazeteciliğin, doğru yapıldığında, kimselere muhtaç olmadan gelirini üretebilecek bir meslek olduğunu gösterebilmek. Medyaya her giren patronun “Aslında gazetecilik işinden zarar ediyoruz” lafları; doğru olmaması ve bıkkınlık vermesinin yanı sıra bağımsız gazetecilik fikrine karşı zihinlere saçılan bir kötü tohum. Gazetecilikten zarar ediyorlarmış. Yalan söylüyorsun homo economicus! Diğer işlerinde elde edeceğin imkânlar için medyada zararı satın alıyorsun. Medyada zarara yaptığın yatırımlarla diğer işlerin için olmayacak işlerden olmayacak ısırıklar koparıyorsun.
- T24’ün özellikle yazar kadrosu siyaseten çok büyük bir çeşitlilik arz ediyor. Bu heterojen yapıyı oluşturan kriter nedir?
Kriterimiz tahammül, mahalle yayını olmamak, gazeteciliğin tayin edilmek istendiği hiçbir cepheye hapsolmamak. Yorum, analiz, yaklaşım, deneyim farkına ihtiyacımız var ve bunun bir “tahammül” meselesi olmadığını, imkân olduğunu öğrenmeliyiz. Yaklaşım farkına “tahammül” meselesi olarak bakmakta ısrara da itirazım yok. Ezelden ebede meselemiz olan, epey de olacağı anlaşılan demokrasi, “tahammül” değilse nedir ki? Bu, işin bir tarafı. Yazanlar açısından da, kriterin T24’e güven olduğunu, yayınlarımızda niyet ederek/kasdi bir kötülük yapmayacağımıza, onları yayınlarımızla utandırmayacağımıza, şefaflığımıza inanmaları olduğunu düşünüyorum.
- T24 günümüzün ana akımı olmayı mı hedefliyor?
Evet, eski ana akımın hastalıklarını taşımayan, finansal ve ideolojik takıntılardan bağımsız, beka sorunlarını halletmiş, gazetecilerin iyi kazandığı, yazarların hak ettiği telifleri aldığı, muhalif/muvafık hiçbir kesimin kayıtsız kalamadığı, yaptığı işlerin arkasında gizlenmiş bir şeyler aranmayan bir ana akım. Hayali cihan değer. Neyi yapamıyorsak onu yapmamız gerekir, öyle değil mi!
- Bir zamanlar ana akım medya dışında kalan gazete ve televizyonlara çıkmaktan imtina eden siyasetçiler, parti liderleri de T24’ü ziyarete başladılar. Resmî kurumlar tarafından da dijital medya artık tanınıyor ve eşit muamele görüyor mu?
Resmî kurumlar epey direndi, hâlâ direnenler var. Ama giderek artan ölçüde başvuru alıyoruz. En azından farkında olmadığımız maddi hata olduğu zaman hiç beklemediğimiz yerlerden de “T24’ü önemsiyoruz, şu noktayı düzeltir misiniz” benzeri sözlerle başvurular alıyoruz. Ama eşit muamele görüyor muyuz, hayır. Görmesek kaç yazar, işimizi yapıyoruz. Haber metinlerinde asla yorum yapmıyoruz, en azından bilerek, planlayarak yapmıyoruz. Haberde yorum yapmak gazeteciliğimizin en büyük hastalıklarından biri. Bu konudaki kararlılığımızın hemen her kesimde bir güven yarattığını görüyorum.
T24’e açıklama yapan, T24 ekranına çıkan, söyleşi veren siyasi parti ve görüş yelpazesini motive eden bir nokta bu. Yanı sıra gerçekten etkili bir yazar/analist/programcı kadromuz var. Ve en inanılmaz olanı, bütün bu birlikteliği sağlayan para değil, aksine olmayan tek şey para! Biraz da bu nedenle, yaklaşık 10 yıl önceki ilk yazımda “T24, başımızı sokacak bir masal” demiştim. Türkiye medyasındaki bütün görüşleri temsil eden gazeteci/yazarlarla yaptığımız söyleşiler kitap oldu. Hazal Özvarış’ın “Kayıp Medyanın İzinde” adıyla kitaplaşan 837 sayfalık söyleşileri, medya tarihimizin en geniş medya söyleşileri külliyatını oluşturuyor. Bunu şu nedenle vurguladım; sadece T24 yazarlarıyla yetinmedik; yelpazenin her renginde gazeteci ve yazarlarla -ve elbette sorgulayarak- söyleşiler yaptık, o dünyaları da sayfalarımıza taşımaya dikkat ettik. Bu arada T24’ün çok eksiği, yanlışı olduğunu da biliyorum. Kim, mesleğimiz adına bütün doğru yanıtları ürettiğini iddia ederse kuşkuyla karşılarım. Nihayet, imkânlar nispetinde bir gazetecilik yapıyoruz. Kazandığımız etkide, Türkiye’de yaşanan medya krizinin de katkıları olduğunu aklımızda çıkarmıyoruz. Bağımsız gazetecilik girişimlerinin, yerleşik medyada alabildiğine yok edilen özgürlüğün de katkısı var. Negatif bir etkiden söz ediyorum, ama bu böyle, belki de bu dönemin medya düzeni için en büyük tesellilerden biri de bu.
- Mesleğe başladığın yıllarla bugünkü gazetecilik ortamını karşılaştırdığında en fazla neyi özlüyorsun?
Gazeteciliğe dair çok özlediğim şey, sanırım icraya dair değil de, arkadaşlıklara ilişkin. Zira, bir yanda büyük bir basın özgürlüğü krizi, diğer yanda hiçbir zaman olmamış imkânlar ve medya çeşitliliğini bir arada yaşıyoruz. Ama arkadaşlıklara bir mikrop bulaştı sanki, bilmiyorum. Belki de yaşlanıyorum. Ortamlarda arkadaşlık dışında özlediğim yok. Katı usta-çırak ilişkilerinden, akla/kapasiteye göre değil de kıdem esasıyla görevlendirmelerden o zaman da hazzetmezdim. Şirket gezilerinde ağırlanan, patron talimatıyla hizalanan, ideolojik takıntılarından kurtulamayan gazetecilik ise özlenecek bir mertebede de değil, mesafede de, hâlâ cereyan ediyor bunlar. “Gazetecilik” gibi bir genelleme yapmazsak, güçlü, gazeteciliği güçlü yapmasından güç alan, gerçekten güçlü gazetecileri özlüyorum. Uğur Mumcu, deyip bir sigara yakayım. Bir de mizahı özledim. Başbakanlık muhabirliği yaptığım yıllarda Demirel’in, ne kadar sinirlenirse sinirlensin- muhabirlere saygısı, bizi kahkahalara boğan fıkraları hâlâ aklımda. Turgut Özal daha tahammülsüzdü, ama bir yere kadar. “Babıâli’nin Pravdası” dediği, “2,5 gazete kalacak” sözlerindeki “buçuk”la ima ettiği o Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal de olurdu mesela uçağında.
- Bir zamanlar Ankara gazeteciliği ve İstanbul gazeteciliği diye bir ayrım yapılırdı. Hâlâ bir Ankara gazeteciliği var mı, yoksa parlamentonun işlevsizleşmesi ve Başbakanlık makamının kaldırılması ile bu ekol olanaksızlaştı mı?
O ayrım elbette vardı, hâlâ da var. Parti siyasetinin, parlamentonun, devlet bürokrasisinin merkezi doğal olarak gazeteciliği farklılaştırır. Kullandığınız lisanı, iletişim kurma biçiminizi zorlayan, şekillendiren bir kurumlar, kurallar şehrinde gazetecilik yapmak çok şey öğretiyor insana. Diğer yandan bu imkânın sonucunu bir sorun olarak ortaya koyan bir Ankara gazeteciliğimiz de oldu her zaman. Konumunu muhatabı siyasi partilerle, devlet kurumları ve bürokratlarla karıştıran Ankara gazetecilerinden söz ediyorum. Ve doğru, parlamentonun işlevsizleştirilmesinin Ankara gazeteciliğinde çok önemli olan bir zemini budadığını düşünüyorum. Diğer yandan; Ankara’da gazeteciliğe başlamış ve orada yetişmiş bir gazeteci olarak İstanbul’da, mutfakta çok şey öğrendim, bakış açım gelişti. Bir yayını baştan sona inşa etme yolunda hünerli insanları mutfakta tanıdım. Mutfak çakal da kaynıyor, o ayrı. Hem Ankara hem İstanbul’da gazeteciliğin birbirini ikame edemeyecek imkânları var. O imkânların yanı sıra, ikisinin de sorunları var.
- Türkiye için ve gazetecilik mesleği için umudu nerede buluyorsun?
Umut insanda, internette, gazetecilikte. Yılmamak lazım. “The Best Exotic Marigold Hotel” filminde Judi Dench’in dediği bir söz var not aldığım; sonunda her şey iyi olacak. Olmamışsa, sonuna gelmemişiz demektir.
- Gazetecilikle barışçılık arasındaki ilişkiyi nasıl temellendirirsin?
Savaş, şiddet, çatışma dilini yaygınlaştıran bir gazetecilik, çatışma çözümlerini, uzlaşmayı, beraber yaşama imkânlarını yok ettiği için hayati. Hele savaş, şiddet, çatışma dilinin yaygınlaşmasında bu kadar günahı olan bizim medyamız için daha da hayati. Tarihten bugüne, medyada barış dili, barışçılık adına atılan bütün adımlar kriminalize edilmek istendi, suçlandı. Yeri geldiğinde şiddet dilini inşa eden, yaygınlaştıran bir medyanın barış diliyle, şiddete başvurmadan başedemeyişinde şaşıracak bir şey yok tabii. Gazetecilik; savaşı, çatışmayı, şiddeti kışkırttığında çok tehlikeli bir silah. Barışçı olmayan bir gazetecilik, sadece var olan bir çatışmayı onaylayarak şiddet ve savaş dilini yaygınlaştırmakla kalmıyor, kalmadı zaten. Nereden gelirse gelsin, şiddete karşı olmayan bir medya dili, çatışma çözümlerini zorlaştıran boyutuyla, gazeteciliği şiddetin sorumlusu aktörlerden biri de yapıyor.