Tarihteki tüm faşistler için kendileri hakikatin kendisidir, onun dışındaki her şey yalandır, dezenformasyondur. Hitler, “O tarihten bu yana, hakikat ve yalan arasında bir mücadele yaşanıyor. Bu mücadele her zaman olduğu gibi, hakikatin zaferiyle sona erecek” der mesela. “Hakikatin zaferi” dediği, kendi faşist zırvaları, planları ve hayallerinin toplumsal bir güç tarafından sahiplenilmesidir. Mussoloni, “Bana inanmalısınız çünkü her zaman ve her yerde gerçeği söylemek adetimdir. Bu benim hayat felsefem” diyerek gerçeği açıkça öznelleştirir.
Kendilerinin savundukları, hedefledikleri, dile getirdikleri şeyler dışındaki her şeyin yalan ya da dezenformasyon olduğunu savunan bu yaklaşım, tüm toplumsal kesimlerin de karşılarında hizaya geçmesini buyurur. Mazlum onlar olur, büyük bir dava için dövüşen onlar… Nesnel gerçeği bilmeseniz yazıp çizdiklerinden onların tarihin en mazlum, en ezilmiş, haksızlık ve baskılara uğramış kesimler olduğunu düşünürsünüz.
Bu yaklaşım iletişim olanaklarının da çeşitlendiği günümüz dünyasındaki gerici-faşist liderler, diktatörlüklerce de sürdürülüyor. Dezenformasyonun milyon çeşidi onlar tarafından yapılıyor, TV’ler, gazeteler, trol ordularıyla kitlelerin bilincine her gün yeni taarruzlar düzenliyorlar. Bu taarruzlarının etkisini zayıflatacak her pratiğe karşı anında harekete geçip mağduru oynamaları adet haline gelmiş durumda. Kendilerinde yaratılanın değil, gerçek hakikatin açığa çıkmaması için ellerinden geleni yaparlar.
Son günlerde olup bitenlerde olduğu gibi…
Devletin tüm kurumlarının özellikle son on yıllarda nasıl bir çürüme içinde olduğu, bizzat bu çürümenin parçası olanlarca dile getiriliyor. Polisten yargıya, sivil bürokrasinin çeşitli kademelerine kadar saçaklanıp giden sayısız çıkar ağıyla karşı karşıyayız. Bu çıkar ağları birbirlerinin ayaklarına bastıkları anda karşılıklı ifşalarla çeteleşme ve yozlaşmanın artık gizlenemeyecek boyutlar kazandığını ortaya koyuyorlar.
İktidar tam da “temiz eller” (!) havası estirirken mevcut çürümenin öyle birkaç göstermelik operasyonla iflah olamayacağını, tepeden tırnağa her yere yayıldığını ifade eden yeni gelişmeler yaşanıyor. Bunlara ilişkin en küçük bir habereyse tahammül edemiyor. Bu haber iktidarın tepesini aklayan, yaşanan yozlaşmadan haberi yokmuş profili çizen hatta haberdar olduğu anda raporlar hazırlayıp gereğini yapmaya girişiyormuş temasını işleyen bir nitelikte olsa bile…
Son olarak gazeteci Tolga Şardan’ın yargıdaki yozlaşmaların MİT raporuna taşındığı, Erdoğan’ın raporda anlatılanlara öfkelendiğini anlattığı yazısı nedeniyle evi basılarak gözaltına alınması, tüm dijital araçlarına el konulması, ardından da tutuklanması böyledir. Onu Halk TV Yazı İşleri Müdürü Dinçer Gökçe, onu da Kısa Dalga yazarı Cengiz Erdinç izledi. İki gazeteci tedbir konularak serbest bırakılırken, Erdinç’in nerede tutulduğuna dair bile bilgi verilmediği gibi, tüm materyallerine el konuldu.
Ardından Pasifik İnşaat’ın sahibi ve AKP’li vekilin eşi Fatih Erdoğan’ın başvurusu üzerine içerik engellemeyle yetinilmeyip Yayın Koordinatörü Uğur Koç, Haber Müdürü Uğur Şahin ve muhabir İsmail Arı hakkında “dezenformasyon” soruşturması açıldı. Bianet editörü Evrim Kepenek hakkında da 6 Şubat depremleriyle ilgili sosyal medya paylaşımı nedeniyle aynı gerekçeyle soruşturmaya gidildi.
Ortaya çıkan tablo çok açık. Her gün küçük küçük bazen çapı hayli büyük Susurluklar yaşıyoruz. Her biri iktidarın devlet organlarıyla birlikte nasıl bir yozlaşma içinde olduğunu şu ya da bu düzeyde gösteriyor. Bizzat MİT raporları bu gidişatın denetim dışına çıktığını gösteriyor. Polis şefleri görevden alınıyor, yeni atamalar birbirini izliyor.
Gerçekler ayan beyanken buna dair yazmak dezenformasyon olarak tanımlanıp gazeteciler tutuklanıyor, haber kaynaklarına ulaşmak için baskınlar yapılıp dijital materyallerine el konuluyorsa, bu gerçeğin tamamen faş olmadan hale yola konulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. “Hale yola konulan” denetim dışına çıkandır. Önemli bir iktidar aparatı haline gelen yargı organının artık savcılar tarafından bile teşhir edilen halinin köşe yazılarına taşınmasıysa hiç kabul edilir değil belli ki. Bu organın hal-i pür melalinin kitlelerin gündemine girmesi, güvenin tamamen sarsılması elbette istenmiyor.
Oldukça yorulmuş, ciddi güven kayıpları yaşamış bir iktidarın yeni bakanlar eliyle sergilediği “temizlenme-tazelenme” tiyatrosunun içyüzüne dair birkaç kelam bile zararlı bulunabiliyor. “Kendi söküğümü kendim dikerim ve bununla da prim yaparım, kimse olaya dair konuşmasın, ben istediğim kadar konuşur, istediğim sınırlarda hareket ederim” misali…
Yani hakikat “benim ağzımdan çıkan kadardır, bunun dışındaki her şey dezenformasyon!..” Ne de olsa yasası da var, “dezenformasyon yasası”… Her şey hukuk devletinin gereklerine uygun. Her derde deva “hukuk devleti”. Yasayı yapmakta ne var, ihtiyaç hasıl olduğunda bir geceyarısı kararıyla oluverir. İlk pratiği Kürt halkı üzerinde uygulanır. Dezenformasyon yasasında olduğu gibi…