Köşe yazarlığı öyle sanıldığı gibi pek zevkli bir iş değil; en azından çoğu zaman değil ve en azından bu ülkede değil. Vardır hani ana akım medyada, adam bir hafta boyunca politik şeyler yazar da, pazar yazısında dağlara deryalara vurur kendini, eski aşklarını filan hatırlar yahut çocukluğunu anlatır, kahvaltıda okuması keyifli olur. Yok öyle bir şey!
Yok! Açık yaralarla dolu bu coğrafyada acıya dokunmadan içinden yürüyebileceğiniz tek bir patika, tek bir tehlikesiz geçit yok artık.
Bıktım artık desem, hem okuyucuya, hem de sokakta bin türlü eziyet çeken insanlara saygısızlık olur biliyorum ama hakikaten bıktım artık. İronik cümlelerle zaman zaman okuru şaşırtmaya çalışan, dolaylı laflarla mizah kapılarını zorlayan biri olarak biliniyorum, farkındayım ama inanın onun da bir sınırı var. Bir yere, bir noktaya gelip dayanıyor her şey bazen ve yazma eyleminin bizzat kendisi saçma, anlamsız bir hale geliyor.
Newroz yorgunluğuyla bir pastanede oturmuşuz, yan tarafta süslü elbiseleriyle 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu, yanında babası, sütlaç yiyor. Erkek çocukları için ne önemli şeydir babayla ilk kez ‘çarşıda’ kebap yemek! Hiç unutmazsınız o anı. Paraya kıymıştır baba, oğluyla şöyle baş başa… Kız çocuğuna bakıyorum yan gözle: Newroz sonrası, baba, kız ve pastane… Evde annesi isterse günde yüz tane yapsın o sütlaçtan, hatta daha da iyisini yapsın, aynı şey değildir, asla değildir!
Nasıl büyüyecek peki o çocuk? Alanda Newroz halayları sürerken, Zehra’nın haberi geliyor: Oltu cezaevinde, gencecik bir insan… Leyla’nın çağrısını okuyorum sonra, “yapmayın” diyor ama ne kadarına ne zaman ulaşacak bu söz, bilmiyorum. İlginç bir kadın Leyla, mutlaka kendisini de biraz sorumlu hissediyor bundan ama artık onu da aştı her şey. Dördüncü ölüm bu ve belki de artık yenileri gelecek. Haftaya pazar akşamı seçimler bitecek, yorumlar filan yapacağız. Ne anlamı var ama bunun? Kaç santim uzayacak boyumuz? Arada kaç kişiyi yitirmiş olacağız?
Korkunç günlerden geçiyoruz. İnsan yaşlandıkça gençlere daha çok düşkün oluyor. Kendi geçmişine bakıyor çünkü ve onların yaşamlarının ne kadar değerli olduğunu daha iyi anlıyor. Rojava’dan Mahir’in cenazesini aldığımız günleri hatırlıyorum. Babası çok eski yoldaşım, kadim dostum; yanımıza getirirdi eskiden Mahir’i, kucağımızda hoplatırdık. Ne ara büyüdü, ne ara vuruldu, şaşırıp kalmıştım.
Her şeyi çok bilenler var tabii; onlar ayrı, onlar hep vardır. Açlık grevi şöyle kötü böyle kötü… Keşke öyle konuşmakla filan çözebilseydiniz sorunları da kapınızda kul olsaydık ama gerçek öyle değil işte. Hiçbir şey bedel ödenmeden kazanılmıyor bu ülkede ve bedeli de hep en iyi insanlarımız ödüyor. Bu arada “yapmayın” diyenler de ne yapmamız gerektiğini hiç söylemiyorlar bize.
“Yazılarınızı okuyunca kim olduğunuzu merak etmiş, hayat hikâyenizi öğrenmek istemiştim” demişti Leyla, görüştüğümüzde, “Sonradan öğrenince hiç şaşırmadım, damdan düşen halden anlar dedim.” Bu iki cümle zihnimde dolanıp duruyor haftalardır ve her şeye rağmen yazmaya, yeniden yazmaya zorluyor beni. Öyle zor ki ama… Gülten Akın diyordu hani: “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya / Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar / Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya / Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı / Bakıp kapatıyorlar / Geceye giriyor türküler ve ince şeyler.”
Ta ne zaman, cunta işkencehanelerinde bir arkadaşımın kalbi durduğunda yazmıştım şunları. Acıyla yeniden okuyorum şimdi: “Gepgenç ölüyor insanlarımız / Erkenden / Söyleyecek sözü varken henüz / Güzel bir sözü. / Ve bize özgü bu / Genç ölmek bize özgü / Bize özgü bir yer yatağında / çenesi bağlanmış bir ihtiyar olmamak / ölümüyle dostlarını rahatlatmamak / Bize özgü yalnızca kemiklerin gömülmesi toprağa / Yalnızca etin çürümesi / Hiçbir zaman silinmemek anılardan / Ve her cenazeyi uğurladıktan sonra / Yeni dostlarla ayrılmak mezarlıklardan.”
Korkunç günlerden geçiyoruz… Yazmak öyle zor ki… Kimselerin vakti yok gerçekten durup ince şeyleri anlamaya.
Tamam, Bobby Sands’ın dediğini anlıyorum, “Tiocfaidh ar la – Bizim de günümüz gelecek.” Gelecek elbet, gelecek. Ama bu arada yitirdiklerimiz öyle çok yakıyor ki canımızı…