M. Ender Öndeş
Zaman mühim mesele. Onun akışı, acımasızlığı ve kontrol edilemez, durdurulamaz oluşu. Belki insanın kendisi ve evren üzerine düşünmeye başlayarak felsefe alanına ilk adımı atmasında da rolü vardır; bilemiyorum. Doğum, yaşam, sonun yaklaşması üzerine kafa yormanın çok eski bir tarihi olmalı.
En kötüsü, tümüyle bizden bağımsız, kendi seyrinde akıp gitmesi elbette. Geri çevrilemiyor, yeniden tekrarlanamıyor, her seferinde “eh tamam, bu arada deneyim kazanıyoruz işte” diyebiliriz elbette ama bir yandan da akıp duran zaman, kazanılan ‘deneyimin’ yaşama uygulanma alanlarını daraltıyor. Emekli ikramiyesiyle alınan yazlık ev gibi! Konforun tadını çıkaracak ömür kalmadıktan sonra neyleyim denize uzanan iskeleleri!
İki kötü yanı daha var ama zaman akışının.
Birincisi, bilgisayarda olduğu gibi bir ‘Ctrl-Z’ tuşuna sahip değiliz. Olsa iyi midir, bilmiyorum, insanın her gün kendini temize çekmesi de şımarıkça bir şey sanki ama neyse, yok işte zaten. Bir kamyon hata yaptıktan sonra her şeyi ilk haline getirme şansına sahip değiliz. Bazı makinelerde fabrika ayarları diye bir seçenek varsa da, kulak asmayın, o gerçek olsaydı eğer, her şeyi bin yıl kullanırdık! İnsanda da yok öyle bir seçenek; yüzlerce hatayla günahla gelip gidiyoruz işte, cemaatin helali-haramı ayrı konu, herkesin içindekini kim bilebilir?
İkincisi ve daha önemlisi paralel bir zaman akışı yok. En azından bu gezegende tek bir zamana sahibiz. Yani, biz şurada bir şey yaparken, reel zaman, bizim işimiz bitene kadar kenarda durup beklemiyor. Bu yüzden mesela bir öğrenciysek başarımızı, yaptıklarımız kadar yapmaktan vazgeçtiklerimiz belirliyor; aslında genel olarak yaptığımız her şey, yapmaktan imtina ettiklerimiz pahasına gerçekleşiyor. Basit, biliyorum çok basit ama gerçek böyle. Akşam film izleyecekseniz, bu, o zaman diliminde şu kitabı okumaktan vazgeçtiğiniz anlamına geliyor; ya da filan saatte başlayan bir mitinge katılacaksanız, aynı saatte başlayan bir konseri canlı izleme şansınız yoktur. Acımasızlık burada zaten.
Toplumsal/siyasal alanda da durum çok farklı değil. Üstelik o alanda, gerçek zaman akışı, yani akrebin yelkovanın hızı her zaman aynı kalsa da, değişen teknolojik/kültürel koşullardan ötürü yüzeydeki hızın -yanıltıcı bir şekilde- daha fazlaymış gibi göründüğü olabiliyor. Her şey ne kadar karmaşıklaşırsa, bizim kafamızdaki zaman/plan kurgusuyla gerçek akış arasındaki fark da o kadar fazla olabiliyor. Epeydir herkesin gazeteci jargonunu benimseyerek adına ‘gündem’ dediği gündelik, hatta anlık girdap dönüp dururken, kenara çekilip “benim şimdi mühim bir işim var” deme şansını pek bulamıyoruz. Bu iyi bir şey mi? Eh, bir yere kadar öyle. Sokakta yürümek ile hindi gibi düşünmek kıyaslanırsa, tamam, itiraz edilemez elbette.
Ama öte yandan, zamanın reel akışı ile bizim zaman/plan kurgumuz arasında hiçbir fark yoksa, biz o akışın sıradan parçası olmaktan daha fazlası değilsek, onu biraz oturup düşünmek gerekiyor sanki. Böyle olsaydı eğer, sanırım dünyada hiçbir devrim gerçekleşmezdi. Bu anlamda John Lennon’a atfedilen şu “Hayat siz plan yaparken başınıza gelen şeylerdir” sözünün epey bir kötüye kullanıldığını düşünüyorum. O kadar basit değil her şey. Öyle saldım çayıra olmuyor. Tarih boyunca her zaman, bireyler ve nispeten küçük insan toplulukları reel zaman akışından koparak kendi özel zaman parantezlerinde kendi planlarını yapıp uygulama iradesi gösterdikleri için büyük dönemeçler dönülebildi, büyük eserler yazılabildi, vb… Sonuçta yine kitleler değiştirdi tarihi, değiştirir, o iş öyledir zaten ama herkesin içinde herkes gibi ve herkes kadar olmak değil mesele.
Burada sorun, bu akıştan belli bir ölçüde kopmakta değil, bu kopuşun uçurum yaratıp yaratmamasında olmalı. Ben öyle sanıyorum en azından. Çünkü herkes yaşamdan öğrenir sonuçta, ondan tümüyle koparak beslenme kaynaklarınızı kurutamazsınız. Ben şu kördüğümün nasıl kesilip atılacağını biliyorum ve zaten onu yaptığımda bütün bu ıvır zıvır sorunların da tümü çözülmüş olur dersiniz tabii demesine de, İskender’inki rivayettir biraz. Keşke her şey tek bir düğüme indirilecek tek bir darbeyle çözülebilse ve keşke o darbenin vakti zamanı da bizim paşa keyfimize bağlı olsa. Değil ama. Hatta kılıç dediğiniz şey bile belli bir sürecin ürünü; demir, ateş, su…
Bu dengeyi epeydir kaybettiğimizi düşünüyorum. Epeydir birbirimize ya “Üç direnişten ne olacak? Asıl mesele…” diye başlayan nutuklar atıyoruz; ya da “Tatavayı geç, çık sokağa gör dünyayı” mealinde şeyler söylüyoruz. İki durumda da akıp giden zaman bizi teslim alıyor aslında. İlkinde büyük lafların ardında tembellik ve korkuyu saklıyoruz biraz; ikincisinde de müdahale fikrini yok ediyoruz.
Biraz daha düşünmeli sanki bu konuda. Yürürken ama…
Ta ne zamandı, çok gençtim, Mustafa Kaçaroğlu anlatmıştı bir gün, Akhisar’dan mı, başka bir yerden mi ne bir üretici mitinginden dönerken, otobüste tartışıyor Mahir. “Tamam da nereye kadar böyle” diyor, “başka bir şey gerekiyor artık.”
Söze değil, sözün söylendiği zamana ve yere dikkat ama: Eylemden dönüşte ve otobüste…