Önceki iki yazımızda iktidarın ağzından düşürmediği “yerli ve milli” kavramları üzerinde durmuş, evrensel olanın değerini konu etmiştik. Bu yazıda da söz konusu kavramlarla bağdaşık olan “gelenek” ve sanat alanında gelenekten yararlanma konusunu irdeleyelim.
Belli bir dönemin sanatı tarafından geçmişteki sanatsal kazanımların özümsenmesi anlamında kullanılan “gelenek”, insanlığın kültür tarihindeki çeşitli aşamaları arasında “miras” bağları oluşturur. Gelenek ve yenilik sanat ve edebiyatın önemli gelişme ilkeleridir. Gerçekliğin temel yanları olan bu kavramlar “kültür mirası”na yaratıcı eleştirici bir yaklaşımı da dile getirir.
“Bugün dünle beslenerek yarına varır” diyor Bertolt Brecht. Bu “besin”in hazmedilebilmesi köklü bir tarih bilincini gerektirir. Bu bilinç sadece geçmişin köklerini bilmek değil, köklerin yaşanılan süreçte de dal-budak saldığının farkında olmaktır.
“Kültür mirası”nı tümüyle reddetmek ne derece yanlışsa bu mirası olduğu gibi benimsemek ve kutsamak da o denli yanlış bir tutumdur.
Bir dönemin sanatını gerçek bir çerçeve içinde görebilmek için her şeyden önce o çağın, o dönemin toplumsal koşullarını, sınıf çelişkilerini ve çatışmalarını, bunların sonucu olan dinsel, düşünsel ve siyasal yapılanmaları incelememiz gerekir. Ancak bu sayede kültür mirasını oluşturan eserlerin, düşünce ve eylemlerin günümüz gerçekliğinde de geçerli (ve etkili) olup olmadıklarını kavrayabiliriz.
Her alanda olduğu gibi sanatçı da kendisinden önceki yapıtlardan beslenir ancak yaşanan sürecin gerçekliğini kucaklayamayan, aksine, ona ayak bağı olan şeyler ayıklanmalıdır. Bu salt sanat ve edebiyatta değil, sosyal yaşamda da geçerlidir. Bir eserin hiçbir yenilik getirmeksizin eski eserlerle benzerlik göstermesi ve onun dışına taşamaması, “besin”in iyice hazmedilememesi, eritilememesi anlamına gelir ki, bu da bünyede ağrı ve sancıya dönüşecektir.
Sanatçı kendisine geçmişten kalan mirası yeniden ele almalı, yeni anlatım olanakları ve sanat yöntemleriyle daha ileriye ulaştırmaya çalışmalıdır. Geçmiş dönemlerden kalan miras gözden geçirilerek çağdaşlaştırılır, güncelleştirilir. “Gelenek” şimdinin talepleri göz ardı edilerek, tümden olduğu gibi kutsandığında, ilerici kılıklara bürünmüş tutucu bir “gelenekçilik” anlayışına götürür sanatçıyı. Böyle bir anlayış da gelenekteki ulusal ve evrensel diyalektik özelliklerin ayrılmaz bir birlik ve bütünlük oluşturduğunu göremez.
Aslolan ayıklama ve yeniden üretmedir. Bu yöntem aynı zamanda sanatçıya geleneğin günceli kucaklayacak biçimde gerici, şoven ve mistik unsurlarından ayıklanmasını, bir çağdaş bileşim içinde işlerlik kazandırmasını da sağlayacaktır. Yine bu sayede, gerçeği geçmişte arayan, geçmişi özleyen ve öven “gelenekçilik” verili olan “gelenek”le karıştırılmayacaktır. İnsanlığın tarihi, gelişme ve değişmenin de tarihidir. Sanatsal yaratım sorunu, çoğaltma, benzerini yapma, eskiyi onarma değil, özdeş ve özgün olanı yaratabilme sorunudur. Sanatın işlevi bir anlamda yabancılaşmaya, bozulma ve çöküntülere karşı, yeni etik değerler oluşturmak, yaşamı kutsamaktır. Geleneği dar bir çerçeve içerisinde algılamak yerine, eleştirel bir yaklaşımla ayıklamayı ve hesaplaşmayı gelenekten yararlanmanın ön koşulu sayacak bir tarih bilincine varmak gerekir. Yoksa sanatçı “mirasyedi” konumundan kurtulamaz.
Kendi kültürel mirasıyla beslenen sanatçı insanlığın ortak mirasından yararlanmaya çalışacaktır. Çünkü, sanatçı yalnızca kendinden olanla yetinmez, her toplumun geleneği sayısız etkileşimlerle oluşur. Bir düşüncenin ya da bir yapıtın verimli olup olmadığı, evrensel bir değer taşıyıp taşımadığına bağlıdır. Gelenekten yararlanma, dünü bugüne ve yarına bağlamak için köprü olarak kullanılan bir araçtır ve her araç gibi kullanmaya bağlıdır.