Her karış toprağını “kan”la yoğurduğumuz aziz vatanımız düne kadar müsterihti, istirahat halindeydi, rahattı.
İHA’larımız, SİHA’larımız vardı. Semalarımızda birer şimal yıldızı gibi vatan toprağının her milimetrekaresini pırıl pırıl aydınlatıyordu. Her biri değil bin watt bir milyon watlık birer “ampuldü”. Ampullü bayrağımız arş-ı Ala’da dalgalanıyordu. Ne demişti Ziya Paşa? “Rencide olur dide-i huffaş ziyadan”… Baykuş gözlü vatan hainlerinin gözleri kamaşıyordu, oyuluyordu.
Hey gidi günler hey.
“Teröristi” on bin kilometreden seziyorduk. Akıllı bombalarımız gördüğünü buharlaştırıyordu. SİHA’larımız var ya, birer teknoloji harikasıydı. Dünya bizi kıskanıyordu. Her biri birer teleskop gibiydi. Öyle böyle teleskop değil. Bir ucundan baktın mıydı, uzayın “kara deliğinde” saklanan Merihliyi bile anında yakalıyordu.
Müsterihtik, istirahat halindeydik, rahattık, huzur ve sükun içindeydik.
Münafıklar İHA’larımızı dile dolasa da bize vız gelip tırıs gidiyordu. Harcadığımız her bir milyar dolar için Reis’e şükran duyuyorduk. Fantomlarımızın her bir saatlik uçuşu ve bombalaması bilmem kaç bin dolar ediyor diye huysuzlananlarla alay ediyorduk. Vergimizi veriyor, bir “teröristi” öldürmek için harcanan milyonlarca dolar için Reis’e “helali hoş olsun” duaları okuyorduk.
Devletimiz düşmanı görüyordu. Bize gösteriyordu. Seviniyorduk. Ordumuz ekranlardan canlı yayın yapıyordu: Nah şurada terörist diye parmağıyla ekrandaki Kürdü işaretliyor, bizim gözümüzün seçemediği “terörist”, anlatıldığına göre anında havalanan filolarımız, bombalarımız tarafından un ufak ediliyordu. Dağlara saçılan her bomba Saray ailesine birer altın külçesi olarak dönüyor, vatandaş da bunun kırıntısıyla yaşayıp gidiyordu.
Ama o da ne? O bin metreden yerdeki leblebiyi gören devletimize bir haller olmuştu. O Abdülhamit burunlu devletimiz, burnunun ucundaki düşmanı göremiyor muydu? Virüs zıplaya hoplaya etrafta dolanıyor, sonra mikronluk bir sivrisinek gibi zigzaklar çizerek aziz, mübarek, haşmetli devletimizin burnunun ucuna konuyordu. İHA’larımız gözünü dört açmış, devletin burun zirvelerini tarıyordu. Ama nafile. Görünürde hiçbir şeycik yoktu. Alçak virüs görünmüyordu.
Devletimizin gözü “teröristi” görüyordu. Burnu kokusunu alıyordu, kulağı nefesini duyuyordu. Onlar bizden “bir” götürüyorsa, biz onlardan “bin” götürüyorduk.
Ne oluyordu birader? Bu virüs bizden “bin” götürürken, biz şimdiye kadar bir tek “virüs” leşi görememiştik. Vay kalleş. Vuruyor, sonra tabanları kaldırıp kaçıyordu.
Kaçmasana! Erkeksen teke tek dövüşelim.
İşin berbat tarafı eskiden “terörist” maske takıp, mağaralarda gizlenirken, şimdi biz millet olarak maske takmış, evlerimizde gizlenmiştik. Virüs kovalıyor, biz kaçıyoruz. Nereye kadar. Virüs bizle dalgasını geçiyor, “şaaptığınız yere kadar” diyor.
Ne hallere düştük yarabbi.
Eskiden “teröristi” yakaladık mı, anında “testini” yapıyorduk. Basitti. Bir kütük, bir kayış, bir kızılcık değneği, “teröristin” tabanından fışkıran kanın renginden yere yıkılan adamın ne idiğü anında anlaşılıyordu. Aslında teste dahi gerek yoktu. Kafa kağıdına bak, Dersimliyse yık, Amedliyse vur, Vanlıysa derisini yüz bile diyebiliyorduk.
SİHA’larımız, İHA’larımız, Fantomlarımız, Fırtına Obüslerimiz vardı.
Ama virüsü keşfedemiyorduk. Elde test kitlerimiz yoktu. Sermayemiz, Hazinemiz, Merkez Bankamız, İşsizlik Sigortası fonlarımız, deprem vergileri toplamımız SİHA’ydı, İHA’ydı, akıllı bombaydı filan derken sıfırı tüketmişti.
Bize on bin metreden “teröristin” yakasındaki “Apo rozetini” bile aşikar eden Yüce Rabbimiz burnumuza konan virüsü bize neden aşikar etmiyordu? Günahımız neydi Yarabbi?
Yukarıdaki ağıt-tarzı mektup bir yakınımdan bana internet yoluyla iletildi. Ona şöyle bir yanıt yazdım:
“Devletinin parası suyunu çekti, hazine tam takır kuru bakır. Saray’da para yok, ama milletin bankalarda döviz mevduatı da mı yok? Çekin dolarlarınızı, yatırın Reis’in IBAN’ına. Tekalif-i Milliye’yi hatırlayın. Vatan nasıl kurtuldu? Siz de öyle kurtarın.”
Bekledim, yanıt yok. Kızdım:
“Siz ne biçim milliyetçisiniz, bir yandan ‘Reis bizi şehitlik tepesine göm’ dersiniz, lakin vakti zamanı gelince bankalarda istiflediğiniz dolarlarınızı, avrolarınızı kefeninizin cebinde öte tarafa götürmeye yeltenirsiniz… Alimallah, eğer ben Reis’in yerinde olsam, çıkarırım on maddelik bir Tekalif-i Milliye Emirnamesi, topunuzun yüz milyarlarca dolarlık mevduatınıza, karşılığında bir senet verip el koyardım. Vatan tehlikede…”
Muhafazakar yakınım yanıtladı:
“Başlatma vatanına…Demek ki asıl ben tehlikedeyim…”
“Ha şunu bileydin” demişim…