Ahmet Tulgar/Pazartesi Söyleşisi
Müzisyen Mücahit Göker ile sanatını, dilleri ve müzikal mücadelesini konuştuk
Mücahit Göker, 25 yıldan fazla bir süre yaptığı öğretmenliğin ardından müziğe tümüyle konsantre olmaya karar vermiş bir müzisyen ve geldiği toprak olan Genç’in Zazakî ezgileriyle başladığı şarkıcılığını şimdilerde Türkçe ve Kurmancî de söylemeye başlayıp repertuvarını genişleterek daha geniş bir dinleyici kitlesine ulaştırıyor. Mücahit Göker’in ilk dinleyişte dikkati çeken sakin ve huzurlu sesiyle söylediği parçaları hızla yayılıyor. Bu ay vereceği İstanbul konserinin ardından Avrupa turnesine çıkacak olan Mücahit Göker ile müziğini, dilleri ve müzikal mücadelesini konuştuk.
- Müzikal olgunluğunuzdan ve müziğinizin kalitesinden bağımsız olarak soruyorum, müzik üretimine konsantre olmakta geciktiğinizi düşünüyor musunuz?
Geçmişe dair önemli pişmanlıklarımın başlarında gelir bu. Müzik, yaşamımın ağırlıklı bölümünü kapsamasına rağmen, daha fazla zaman ayıramaz mıydım!.. Bunun yanı sıra, çeşitli gerekçeler de sayabilirim. 1978-79 lise sonrası, İstanbul’da konservatuvar eğitimi için, içten içe bir hevesim vardı. Ön koşullar da oluşmuştu. Fazla ‘genç’ ve kaba bir bakışla; “amaan!.. gidip radyo sanatçısı mı olacağım!?” yargısıyla öteledim. Belki bir yönüyle, Kürtçe yasağına tepkiydi bu. Gençlik dönemime denk düşen siyasi hareketlilik, 12 Eylül darbesi, sonrası üniversite ve 25.5 yıl süren sınıf öğretmenliği (bunun yaklaşık 5 yılı müzik öğretmenliği)… Bu dönemde müzik ile hep iç içe oldum; okulda, evde, eş dost muhabbetinde. Ama o kadar. 90’larda yaptığım ‘Dara Hênî’ şarkısını saymazsak (birkaç da yarım ezgi dışında) bana ait, kayda değer bir üretimim de yoktu. Emeklilikle birlikte; zaman, mekan, kendini daha özgür hissetme psikolojisi, ekip ve tabii ekonomik olanaklar oluşunca üretimler açığa çıktı sanırım. Bu aşamada Serdar Keskin ile yolumuzun çakışması benim açımdan güzel bir şans oldu. 1-2 yıl gibi kısa sürede hazırladığımız albüm çalışması aslında 50 yılımdan süzülenlerdi, diyebilirim. Gecikme durumu ise birçok alanda halen geçerli, benim için. ‘Telafi ederim’ diye geciktirdiğim, ertelediğim işleri de geciktirince iki kat çaba gerekiyor. Sonuçta; ‘yapmalıyım’ dediğim işleri gecikmeli de olsa yapıyorum… ‘Hiç yapmamaktan iyidir’ diye de rahatlatıyorum, kendimi.
- Yaptığınız müzik o kadar olgun ve siz o kadar profesyonelce söylüyorsunuz ki, ilk dinlediğimde sizi çok daha önce fark etmediğim için hayıflandım. Oysa zaten ancak öğretmenlikten emekli olunca yapmışsınız ilk albümünüzü? Şimdiye kadar nerelerde olduğunuzu soran çok oluyor mu?
Teşekkür ediyorum. Soran oluyor tabii… Son 8-10 yıl öncesine kadar, sıraladığım gerekçeler dışında; birlikte çalıştığımız arkadaşlarla yaptığımız konserler, ardından albüm çalışması ve tanıtımı (ülkenin genel durumuyla da ilişkili) istediğimiz gibi olmadı. Ve bu, günümüz koşullarında daha zorlaşarak gidiyor gibi… Başka açıdan da bakarsak; emeklilikten sonra beste çalışmaları, dinletiler, albüm… derken, yaklaşık 10 yıldır, tanıtım eksikliği ile birlikte, deyim yerindeyse ‘piyasada’yız. Bu sürede ulaştığımız nokta da bu!.. Öyleyse; gecikme biraz da dinleyiciden mi, kaynaklanıyor? (Örneğin siz.) Belli estetik kaygılar taşısa da; müziğimin bazen ‘suya sabuna dokununuyor’ olması, sebebi belli engellemelerle karşılanması sonucunu yaratıyor olabilir. Bir taraftan da tamamen ‘Türkçe’ olmaması ayrı bir engel. Düşünüyorum; ‘Delta’daki Türkçe şarkılarım Zazakî olsaydı aynı dinleyici kitlesine ulaşır mıydı?
- İlk albümünüzde Kırdkî (Zazakî) söylediniz. O sırada hedef kitleniz sadece bu dili konuşanlar mıydı? Türkçe ve Kurmancî konuşanlar da ilk albümünüze ilgi gösterdi mi?
Hedef kitleden çok, kendimi en iyi nasıl ifade edebilirim. Önce, ‘ben’den olmalı kaygısı. Biraz da dil üzerindeki baskılar, pekiştirdi bu duyguyu. Hangi dilden olursa olsun; müziğin önce samimi olması gerekmez mi? Öncelikle dili bilenler olsa da, ‘müziğin diline’ kendini yakın hisseden kitleye duyurabilmekti amacım. Sonrasında da kişi sever veya sevmez, o’na kalmış. Dili konuşanların ilgisinin (az da olsa) dili bilmeyenlere oranla fazla olması; belki aidiyet-sahiplenme duygusu. Ama benim gözlemlediğim, bir de şarkılarımın ‘geleneksel/anonim’e veya ‘çağdaş müziğe’ yakınlığına göre dinleniyor olması. Sadece geleneksel tutkusu olan (çoğunluk orta yaş üstü) kesim ve ikisinden öğeler barındıran müziğe ilgi duyan bir kitle!.. Böyle bir kategorize de sözkonusu.
- UNESCO’nun açıkladığına göre Zazakî kaybolmakta olan dillerden biri. Bu nasıl bir his? Anadiliniz için kaygılanmak?
Önemli ve yerinde bir kaygı… Bir yönüyle gösterilecek duyarlılık oranında bu riski azaltmak veya ortadan kaldırmak mümkünmüş gibi görünse de; bu konuda çeşitli zorluklarla akademik eğitim alabilmiş kişilerin önüne bin bir engel konması, çocukların okullarda seçmeli de olsa tercihlerinin kısıtlanması, kaygıyı daha bir arttırıyor. Böyle olunca da, bu konuda kendini sorumlu hisseden, (kültür sanat alanında çabalayan) herkes kendi alanında, emeğini bir kat daha arttırmalı. Ama her hâlükârda sonuç alabilmek, sistemsel düzenlemeler gerektiriyor, diye düşünüyorum. Bugün çağdaş ülkelerde çözülmüş olan, yıllar sonra belki ülkemizde de gülüp geçilecek anadille eğitim sorunu, yüreğimizi incitmeye hâlâ devam ediyor. Ve bununla birlikte birçok önemli hafıza yok edilmeye çalışılıyor. Son değilse de şimdilik Hasankeyf, canlı bir örnek.
- Piyasa folklorik ve popüler müzikte tiz perdeden yüksek sesler talep eder. Siz ise çok sakin, hüzünlü söylüyorsunuz. Şarkı söyleme üslubunuzu nasıl tarif edersiniz?
İlkokulda okurken öğretmenlerin ya da evimize gelen misafirlerin şarkı söyletmesinden günümüze, üslubumda fazla değişiklik olduğunu düşünmüyorum. İlerleyen yaşlarda dinlediğim müzik türü çeşitlendikçe ve belki yaşanmışlıklar, şarkılarıma hissedilir dokunuşlar yapmıştır. Evet… şarkı söyleme üslubumla tutarlılık taşıdığımı söyleyebilirim. Hissettiğim, içimde duyduğum gibi söylemeye çalışıyorum. Bir de; ses aralığımın kapasitesini, ölçüsü dışında zorlamayı anlamsız görüyorum. Yüksek perdeden söylemek, argo’da olsa, ‘deyim’ olarak uzak durmuyor mu?
- Artık Türkçe ve Kurmancî de söylüyorsunuz. Türkçe şarkılarınız da çok beğeniliyor. Bundan sonra böyle mi devam edecek? Zazakî dinleyicilerinizin bu kararınıza tepkisi nasıl oldu?
Küçük yaşlarda, bir yandan ‘baskın’ olan radyodan dinlediğim Türkçe şarkı-türküler, bir yandan çevrede, sokakta ya da düğünlerde dinlediğim Zazakî/Kırdkî –Kurmancî ezgiler, öte yandan evde günün belli saatlerinde, ailece Erivan Radyosu’nun etrafında kümelenerek dinlediğimiz hışırtılı kılamlara kulağım aşinaydı. Bu yüzden gerek Türkçe gerek Kurmanca repertuvarımın iyi olduğunu söyleyebilirim. Ama ilk albüm (Dara Hênî) de, beni daha iyi ifade edeceğini düşündüğüm için Zazakî’yi tercih etmiştim. Yine öncelikli sürdürmeyi düşünüyorum. Çünkü yıllardır, Çewlig-Dara Hênî (Bingöl-Genç) yöresindeki geleneksel ezgilere kendi yorumumla yönelmeyi düşünüyorum. Türkçe şarkılarda da içime sindiğini düşündüğüm çalışmaları paylaşırım tabii… Konserlerde zaten Türkçe ve Kurmancî hep yer alacak. Türkçe şarkıları, (‘Delta’ ve ‘Anladım Seni’) bestelerken olası tepkileri düşünmüştüm. Çünkü daha önce bazı müzisyen arkadaşlarımın, bu nedenle sert tepkilere maruz kaldığını görmüştüm. Aksine, şimdiye kadar bunu yaşamadım veya varsa da bana ulaşmadı. Yeni albümüm Delta’dan söz edersek, şiirlerini oldukça beğendiğim iki (kadim) arkadaşıma ait. ‘Delta’, Aydın Afacan’ın; ‘Anladım Seni’, Mehmet Özer’in kaleminden. Şarkıların üretim aşaması bir yıldan fazla zaman aldı. Düzenlemelerini de müzisyen dostum Erdem Altınses ile gerçekleştirdik. ‘Delta’ya, Servet Özdemir’in kamera ve kurgusuyla klip çektik. Şarkılara dair, oldukça olumlu tepkiler aldık. Ama yeterince dinleyiciyle buluştu mu?.. Sanmıyorum.
- Benim ‘cümbüş’ diye bildiğim sizin ‘sazbüş’ dediğiniz enstrümanın müziğinizdeki yeri nedir? Ya da geldiğiniz toprakların müziğindeki yeri?
80’lerin başında edindiğim sazbüş, ses rengi ile, tınısıyla, bende bağlamadan farklı etkiler uyandırdı. O yıllarda müziğinden çok etkilendiğim, (önceleri Erivan Radyosu’nda dinlediğim) Aram Dikran şarkılarına yakın olduğu ve cümbüşün perdelisi olduğundan ötürü, çalmakta da zorlanmadığım için sıkça kullanmaya başladım. Her dilde yerini bulabilecek bir tınıya sahip olduğu yönüyle de mümkün olduğunca konserlere taşımaya çalışacağım.
- Müzik üretir ya da icra ederken üzerinizde bir politik baskı hissediyor musunuz?
Bu baskı hep vardı. Yetiştiğim aile ortamı, yakın çevre, toplum ve yönetim biçimi ile ilgili dalgalanmalar ister istemez bir etki yaratmıştır. Genelde olumsuz etkilese de, bir tarafıyla kamçılıyor insanı. Yanlış insanlar yasaklıyorsa, güzellikleri daha fazla üretmek, çabalamak ve insanlara ulaştırmak gerekir. Kısıtlanma ise, elinde kullandığın malzemeyi/kapasiteyi daha bir kırparak üretmeye ve bunu paylaşırken ürkekliğe yol açıyor. Ürettiğini sergileme-paylaşma alanı bulma zorluğu da cabası, diye düşünüyorum.
- Müzik ile barış ve özgürlüğün bağlantısını nasıl kurarsınız?
Güzel sanatlar, bilimin ışığıyla; dünyayı güzelleştirme, daha yaşanır kılmayı hedefliyorsa ve hem bölgesel hem global anlamda yaşanan çevre-sağlık-doğal afetler ve savaş konularında içinde bulunulan kaotik duruma da en etkili cevaptır. Müzik, güzel sanatların içinde en fazla sayıda insana temas eden dal olması niteliğiyle de önem kazanıyor. Aynı zamanda, insanlar arasındaki sınırları, çizgileri en kolay kaldırabilen iletişim bağıdır.
- Popüler müzikte belli bir yaşın üzerindeki müzisyenlere yönelik bir ayrımcılıkla karşılaştınız mı? Tabiri caizse bir gençlik faşizmiyle?
Bunu hissetmek, görmek zor değil. Ama doğal bir sonuç olduğunu düşünüyorum. Kapitalizmin bizi taşıdığı mecra, görselliği ön planda tutma, görsel araçları yeterince kullanma veya daha dar bir alanda sıkışma hali yaratıyor. Bunu aşabilmek için de, şartları zorlamak ve mücadele vermek geriyor. Günümüz hızlı teknolojisinin avantajlarıyla birleştirebilenler, kendini daha iyi ifade imkanı bulabiliyor. Biz, biraz daha dingin bir ortama denk düşüyoruz gibi…
Konser 28 Şubat’ta olacak
- Bu ay İstanbul’da konser vereceksiniz. İstanbul seyircisine ne vaat ediyorsunuz?
Yeni şarkılarımın lansmanı niteliğinde, 28 Şubat’ta, Kadıköy-Barış Manço Kültür Merkezi’nde konserimiz olacak. Şarkılarımın düzenlemesinde ciddi emeği olan dostlarım Serdar Keskin, Erdem Altınses ve Mesut Marangoz ile birlikte Zazakî, Kurmancî ve Türkçe repertuvarımdan seçkiler yer alacak. Akustiği elverişli salon konserleri, gerek sound, gerek ambiyans olarak yaptığımız müziğe daha uygun. Ki, bu her zaman mümkün olmuyor. Konser ertesinde, Mart ayının ilk haftasıyla birlikte, Avrupa’da, tarih ve mekânı kesinleşen (5-6 Mart, Bern ve Basel; 7 Mart, Köln gibi) bazı kentlerde turne niteliğinde dinletilerimiz olacak. İlerde belli olacak yerleri de Facebook, Instagram vb. hesaplardan duyurmaya çalışacağız.