Tecride karşı 200 gün açlık grevi eylemi yapan DTK Eşbaşkanı Güven, cezaevlerinde başlayan direnişi değerlendirdi
Cezaevlerinde siyasi tutuklu ve hükümlülerin PKK Lideri Abdullah Öcalan’a uygulanan tecride karşı başlattığı açlık grevi sürüyor. Hükümetten ve Adalet Bakanlığı’ndan talepler konusunda herhangi bir yanıt alınamazken, Kürt siyasetçilerden tecride ve açlık grevlerine dikkat çeken açıklamalar gelmeye devam ediyor.
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven’le tecridi ve bu bağlamda açlık grevlerini konuştuk. Bilindiği gibi 2018 yılında tecride karşı başlatılan açlık grevlerine öncülük eden Güven, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün Öcalan ile avukat ve aile görüşüne izin verildiğini açıkladıktan sonra diğer mahpuslarla birlikte açlık grevini bitirmişti. Güven, devletin verdiği sözü tutmadığını belirtiyor ve kısa süre sonra tecride geri dönüldüğünü, başvurulara rağmen Öcalan ile görüşmeye izin verilmediğini ekliyor sözlerine. Leyla Güven’e Kürt partiler arasında yaşanan gerginliği ve ulusal birlik konusundaki gelişmeleri de sorduk. Güven’in sorularımıza verdiği yanıtların bu konularda aydınlatıcı olacağını belirterek sözü kendisine bırakıyoruz.
Tecride karşı başlayan açlık grevlerini değerlendirir misiniz?
“Tecrit insanın insansızlaştırılmasıdır” diyordu avukat Behiç Aşçı. İktidarı elinde bulunduranlar siyasi olarak baş edemedikleri, içinden çıkamadıkları ve üstesinden gelemedikleri her şeyle tecrit ederek baş etmek isterler. Onun içindir ki tam 22 yıl boyunca bir insana sürekli bir tecrit uygulanıyor. İmralı Cezaevi’nin özel bir cezaevi olduğu bilinen bir gerçektir. İmralı’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin anayasal hukuk normları geçerli değildir. Tamamen özel bir hukukla, özel bir statü ile özel bir yaklaşımla İmralı Cezaevi yönetilmektedir. Gerek Sayın Öcalan gerekse de adada bulunan diğer üç arkadaşımız bu tecrit politikasını en iyi bilenler ve yaşayanlardır.
İktidar tecrit politikasını neye dayanarak uyguluyor?
Türkiye’yi yönetenler komployu tam olarak anlamış değiller diye düşünüyorum. Öcalan’a uygulanan tecrit politikasını anlayabilmek için 1998 uluslararası komplonun başladığı tarihe gitmek gerekiyor. Bana göre bugün ne yaşanıyorsa o dönem uluslararası güçlerin Sayın Öcalan üzerinde geliştirdikleri komplo ile kendisini Türkiye’ye getirmeleri ile doğrudan bağlantılı. Ve tecridin temelleri o dönem atıldı. Sayın Öcalan’ı Türkiye teslim edenler aynı zamanda tecrit içerisinde kalması gerektiğini ve kendileri izin verdiği takdirde görüşmelerin yapılabileceğini söylediler. Bunu en iyi Sayın Öcalan’ın kendisi ifade ediyor. Uluslararası komployu gerçekleştirenlerin Türkiye’ye gardiyanlık rolü verdiğini ifade ediyor. Tam da budur aslında. Türkiye, Sayın Öcalan’ın içinde bulunduğu şartlar, hak ve hukuku konusunda çok fazla söz hakkına sahip değildir. Onun için bu tecrit politikasının küresel güçlerin, Kürt sorununun çözümünü engellemek isteyen güçlerin talebi doğrultusunda gerçekleştiğini söylüyoruz. Kürt sorununun sadece Türkiye’de değil diğer ülkelerin sınırları içerisinde de çözümünü istemeyen ve bu doğrultuda politika geliştiren, hem Türkiye’ye hem de diğer ülkelere silah satmayı daha uygun gören güçler, bu komplonun devamı olarak tecrit politikasını da derinleştiriyorlar bana göre. Bugün gelinen aşamada tecrit, AKP ve MHP faşizminin üzerinde politika ürettiği bir araca dönüştürülmüştür.
Tecride karşı başlayan açlık grevleri konusunda ne söylemek istersiniz?
Kürt halkı dört parça Kürdistan’da Sayın Öcalan’a uygulanan tecridi asla kabul etmedi. Öcalan’ın şahsında bu tecrit bir halka uygulanıyor. Tecride karşı en çok da cezaevleri duyarlı ve hassas. Cezaevlerinde çeşitli defalar tecridin ortadan kalkması için eylemler gerçekleştirildi ve her defasında da o eylemlerin sonucunda Sayın Öcalan’la görüşmeler yapıldı. Ancak yetkililer verdiği sözleri hiçbir zaman yerine getirmedi. Birkaç görüşme yapıldıktan sonra tecride kaldığı yerden devam edildi, dolayısıyla bizler Kürt halkı olarak tam bir devlet ciddiyetsizliği ile karşı karşıyayız. Devletler ne kadar despot olsalar da kendi içlerinde bir ciddiyeti taşırlar. Ancak AKP-MHP şahsında Türkiye’de artık o ciddiyet de kalmamıştır. Türkiye’nin Adalet Bakanı 82 milyon yurttaşın gözünün içine bakarak televizyonlardan ‘Avukat yasağı kalkmıştır’ dedi. “Avukatlarıyla da ailesiyle de görüşebilir” demiştir. Ancak, sözünde durmamıştır.
Bundan dolayı da şu anda cezaevindeki politik tutsaklar yeniden bir açlık grevi süreci başlattılar. Şimdi şunu çok rahat ifade etmeliyim ki benim de içinde yer aldığım 2018-2019 yılında gerçekleştirdiğimiz açlık grevi döneminde gelip ziyaret eden, destek ziyaretleri gerçekleştiren hemen hemen birçok insan aynı şeyi söylemişti. ‘Keşke açlık grevi yapmasaydınız, bu konuda başka yöntemlerle tecride karşı çıksaydınız. Tecridin kalkmasına karşı birlikte mücadele etseydik’ demişlerdi. Biz canımızdan bezmiş değiliz. Bu kadar siyasi tutuklu zindanlarda zaten çok zor koşullarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Ancak bir şeyi tekrar tekrar vurgulamak zorundayız ki Sayın Öcalan herhangi bir insan değil. O Kürt halkı için, Ortadoğu barışı için, halkların birlikte yaşamak için olmazsa olmaz pozisyona sahip bir liderdir. Dolayısıyla ona yaklaşımın özünde bir halka yaklaşım olduğunu devletin kendisi bilmelidir.
“Sayın Öcalan üzerindeki tecrit kalsın” derken aynı zamanda Kürt sorunu demokratik çözüme kavuşsun, Kürt halkı kendi statüsüne kavuşsun, artık kalıcı bir barış olsun, onurlu bir barış olsun diyoruz. Tutukluların ortaya koyabilecekleri bedenleri dışında başka bir şey olmadığı için bu yönteme başvuruyorlar. Bunu doğru anlamak ve doğru değerlendirmek gerekiyor. Pandemi koşullarında arkadaşlarımızın başlattığı açlık grevi son derece kritik bir ortamda devam ediyor. Dışarda ise gene bir ölüm sessizliği var.
Bu sessizlik nasıl biter?
Şu çok nettir; geçen açlık grevi dönemimizde de beyaz tülbentli anneler alanları terk etmediler, şimdi de evlatlarının ölümüne göz yumamazlar. Herkes onların etrafında kenetlenecektir, bizim çağrımız bu kenetlenmeyi çok geç olmadan, ölümler gerçekleştirmeden gerçekleşmesi. Zaman kaybetmeden yapalım. Pandemiden dolayı bu sefer zamanımız o kadar bol değil. Arkadaşlarımız bu şartlarda çok fazla sürdüremez. Asla düşünmek istemediğimiz ölümlerin gerçekleşmesi daha erken olabilir. Çabuk hareket ederek tutsakların sesi olmalıyız. Onların taleplerinin kabul edilmesi ve açlık grevlerini sonlandırılması için çaba sahibi olmalıyız.
Başka bir konuya geçmek istiyorum. Güney’de KDP’nin yığınak yapması ile başlayan gerginliği nasıl değerlendirirsiniz?
Başkalarının çizdiği yolda gidenler kendi hedeflerine asla ulaşamazlar, en nihayetinde kendilerine çizilen doğrultuda hareket ederler. Dolayısıyla sorumluluk noktasında olanlar öncelikle her konuda kendi çözümünü kendi gerçekliğine göre geliştirmesi gerekiyor. KDP’nin yürüttüğü siyaset tarzı federal bölgede yaşayan Kürt halkının içinde bulunduğu sıkıntıların nedenidir. Büyük yeraltı ve yerüstü zenginliklerine rağmen bir sefaleti yaşıyor olmaları, oradaki politikanın eksik ve yetersiz olduğunu ortaya koyan somut örnekleridir.
Görebildiğimiz kadarıyla KDP’de iki görüş var. Bir görüş Sayın Mesut Barzani’nin ‘Bir daha kardeş kanı dökülmesine izin vermeyeceğiz’ söylemi ile gelişen durumdur. Diğeri ise ABD’nin, Türkiye’nin ve diğer bütün egemen güçlerin KDP’den beklentileri üzerinden gelişen söylemlerdir.
Şimdilerde Kürt güçleri arasında gelişen ‘Senin ülken benim ülkem. Senin toprağın benim toprağım’ söylemi dört parçada yaşayan Kürt halkını ciddi anlamda kaygılandırıyor. Çünkü bize göre Kürdistan birdir, ayrısı gayrısı yoktur.
Mesela Kobanê döneminde DAİŞ çetelerine karşı verilen destansı mücadelede, dört parça Kürdistan’dan halkımız Kobanê sınırına akın etmişti. Bu durum Şengal’de, Kerkük’te ve birçok yerde tekrarlanmıştır. Ne halkımızı birbirinden ayırabiliriz ne de halkımız adına siyaset yürüten kurumları ayırabiliriz. Hepsi de bu halkın ağır bedellerle yarattığı kurumlardır. Yaşanan son gelişmeler de gerek dört parça Kürdistan’da gerekse de diasporada yaşayan bütün Kürt halkı tarafından yakından takip ediliyor ve KDP’nin içine girdiği tutum hiç kimse tarafından kabul edilmiyor.
Bu bağlamda ulusal birliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğer gücümüz yetiyorsa hepimiz Kürtler adına siyaset yürütenler olarak bizi yok sayan devletlere bu sorunun çözümünü dayatalım. Kürtlerin Bakur’da da anadilleri başta olmak üzere kendi statülerini inşa etmesinin sağlanmasını isteyelim. Bunun ötesinde hiçbir şey halkımıza kazandırmayacaktır. Başûrê Kürdistan’da KDP’nin dışındaki bütün kurumlar bu konuda hemfikirdir. Bana göre ulusal birlik konusunda en somut adım Sayın Mesut Barzani’nin İmralı’da Sayın Öcalan ile bir görüşme yapmasıdır. Talep etmesi durumunda izin alabilecektir. Bu görüşmenin halkımız tarafından büyük bir coşku ve moralle karşılanacağını düşünüyorum. Bu görüşme neticesinde ulusal birlik için adımlar atılıp somut projeler hayata geçirilecektir. Bunlar gerçekleşirse halkımız da dört parçada ve bütün dünyada büyük bir moral kazanacaktır.
DTK demokratik çözüm kurumudur
Son dönemde iktidarın baskılarına hedef olan kurumların başında DTK geliyor. Leyla Güven, iktidarın toplu gözaltılarla ve davalarla DTK’yi etkisiz ve işlevsiz hale getirmeye çalıştığını belirtiyor. DTK’nin demokratik çözüm için vazgeçilmez bir kurum olduğunu vurgulayan Güven, DTK ile ilgili sorumuzu şöyle yanıtlıyor: “AKP-MHP iktidari Demokratik Toplum Kongresi’nden zorla bir terör örgütü çıkarmaya çalışıyor. Bazı savcıların ve hakimlerin özel olarak görevlendirildiği, DTK’nin bütün çalışmalarını illegal gösterip buradan tutuklamalar yapıp halka bir gözdağı vermek istediği açık ve nettir. Fakat işin içinden çıkamadıklarını da çok net görebiliyoruz. DTK, Kürdistan’da bütün sivil toplum örgütleri ve demokratik kitle örgütlerinin çatı örgütüdür. Yani sivil bir örgütlenmedir. Bir halk kongresidir. Dolayısıyla bu yargılamalara devam edeceklerse eğer Kürdistan’daki bütün kurum yöneticilerinin gözaltına alınması, yargılanması gerekmektedir. DTK’ye katılan AKP’liler başta olmak üzere tamamını yargılamak istiyorlarsa buyursunlar devam etsinler.
Aslında kendileri de çok iyi biliyor ki DTK Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda en önemli kurumlardan birisidir. Devletin çok rahatlıkla muhatap alabileceği bir kurumdur. Çünkü bu kurumun içerisinde Kürdistan’daki diğer bütün sivil toplum örgütleri zaten bulunmaktadır. Çözümün tam da adresidir. Bu nedenle DTK’den dolayı cezaevlerinde bulunan bütün arkadaşlarımızın serbest bırakılması gerekiyor. Aksi durumda tam bir yargı garabeti ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü bu davalar AİHM’den dönecektir. DTK hangi çalışma yaptıysa açık ve şeffaf yapmıştır, gizli saklı bir iş yapmamıştır. Bir yasa dışılık söz konusu değildir. Temennimiz odur ki kongremize karşı geliştirilen bu tutumdan vazgeçilsin. Yoksa kaybeden sadece biz değiliz, olmayacağız, kaybeden aynı zamanda bu ülkenin demokrasisi olacaktır.”