27 Ocak, Auschwitz toplama kampının 1945’te Kızıl Ordu tarafından kurtarıldığı gündür. Bu nedenle, Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü olarak kabul edilmiştir. 26 Ocak 2024 ise, tarihe İsrail’e açılan soykırım davasının Uluslararası Adalet Divanı (UAD) tarafından kabul edildiği gün olarak geçmiş bulunuyor. Davayı açan Güney Afrika devleti, mahkemeden Gazze’de devam etmekte olan kıyımı durdurmaya yönelik tedbir kararı alınmasını talep etmişti. UAD, bu temel talebi kabul etti ve İsrail devletine bu yönde sorumluluk yüklediğini belirtti.
İsrail’in 7 Ekim 2023 tarihinden itibaren Gazze’de gerçekleştirdiği hak ihlallerinin ‘soykırım’ terimiyle örtüşmesi üzerine nihai bir karar verilmiş değil. Bunun için daha ayrıntılı ve uzun süreli istişare gerekiyor. Ayrıca, Güney Afrika’nın temel talebi olan askeri operasyonun durdurulması yönünde net bir karar almaktan kaçınmış bulunuyor. Başbakan Netanyahu, bu iki nokta üzerinden Divan’ın İsrail’i haklı bulduğu iddiasını dile getirdi. Ama uluslararası kamuoyu içindeki genel kanı, tam tersi yönde.
Vicdani olduğu düşünülen sebeplerle İsrail’e en net siyasal desteği sunmuş olan Almanya’nın da içinde bulunduğu birçok ülke yönetimi, UAD kararını olumlu karşılayarak İsrail’in bu karara uymakla yükümlü olduğunu vurguluyor. Haklı olduğu illüzyonuyla yaşatılmaya çalışılsa da İsrail ordusunun Gazze’deki icraatı bundan sonra daha yakından izlenecek ve İsrail devleti, soykırım fiillerini önleme ve soykırım kışkırtıcı dil kullananları cezalandırma yönünde attığı adımlar konusunda bir ay sonra Divan tarafından sorgulanacak.
7 Ekim’den bu yana olanları izleyenler, Netanyahu’nun orijinal planının Gazze halkını Mısır coğrafyası içindeki Sina çölüne tehcir etmek olduğunu fark etmiş olmalılar. Tehcir, yani bir halkı yaşadığı yerleşimlerden kopararak başka bir coğrafyaya sürmek 1915 Ermeni kıyımının temel unsuruydu. Holokost da Avrupa Yahudilerinin yaşadıkları alanlardan koparılarak gettolara ve ardından toplama kamplarına tehcir edilmeleriyle gelişti. Şimdi Gazze halkı da askeri şiddet ve bombardıman altında yaşadıkları kentler, mülteci kampları ve köylerden koparılarak Mısır’a açılan Refah sınır kapısı civarında, olağanüstü insanlık dışı koşullar içinde ‘konsantre edilmiş’ bulunuyor. İsrail, Filistinlileri daha da güneye, Mısır’a itmek için her türlü konvansiyonel silahı kullanıyor. Öte yandan, sınırlarını açmayacağını savaşın birinci gününden ilan eden Mısır hükümetinin bu tehcir oyununu bozduğu görülüyor. İllegal yollardan Mısır’a geçmek için insan kaçakçılığı şebekesi tabi ki çalışıyor ama çoğu Filistinli için talep edilen parayı ödemek mümkün değil.
UAD kararı, uygulama yönünden önemli sorunlar içermekle birlikte, İsrail’i uluslararası izolasyon riski altına sokması hasebiyle Gazze’deki kıyımı frenleme kudretine sahip görünüyor. Gazze’ye insani yardımların engellenmemesi ve sivil halkın yıkıma uğratılan temel yaşam koşullarının onarılması sorumlulukları da İsrail devletine yükleniyor. Bu durumda, askeri harekat ve hava bombardımanı da İsrail tarafından sonlandırılabilir. Çünkü Refah’tan güneye inme olanağı olmayan Netanyahu, orijinal planını uygulamanın artık mümkün olmadığını anlamış olmalı. Bu durumda ‘B planı’, yani terörle mücadele kisvesi altında 2 milyon Filistinli sivilin dünyanın gözleri önünde sistematik olarak katledilmesi tek çare olarak beliriyor. Ama UAD kararının da gösterdiği üzere artık dünya 1915 ya da 1945’in dünyası değil. Ayrıca, İsrail de 1948’in ya da 1967’nin İsrail’i değil. Ülke içinde başını rehine yakınlarının çektiği militan muhalefetin savaş karşıtı niteliği her geçen gün artıyor. İsrail ordusunun savaş zayiatındaki artış da bunda etkili oluyor. Ayrıca Netanyahu önderliğindeki aşırı sağ-Likud koalisyonunun demokrat muhalifleri de 7 Ekim’den bu yana kıstıkları ses düğmesini yeniden açmaya başladılar. Haaretz gazetesi gibi yayınlarda gözlenen eleştirel diskur, Filistin yanlısı Arap ve Batı basınındakilerden çok daha radikal olabiliyor.
İsrail’in ‘soykırım’ nedeniyle yargılanma kararının kabulünden yetmiş dokuz yıl önce 27 Ocak günü Auschwitz’den kurtarılan Yahudiler ve dünyanın dört bir yanına sığınmak zorunda kalmış akrabaları için soylarını sürdürebilmenin tek yolu olarak Filistin’de bir devlet kurmak, anlaşılır bir çözümdü. Ama o devlet kurulduğu andan itibaren Ortadoğu’da istikrarsızlığın ve çatışmaların kaynağı haline geldi. Ortadoğu coğrafyasının ortasında devletleşen Yahudi halkı, etrafını çevreleyen Müslüman Arap halkları sürekli bir varoluşsal tehdit olarak algıladı. 20. yüzyıl tarihi, bunun yanlış bir algı olmadığını gösteriyor. Bu kuruluş ve savaş tarihinin birinci mağduru ise aynı coğrafyanın sakinleri olarak Filistin halkı oldu. İsrail, bu halkın topraklarını sürekli işgal ederek yayılma ve Filistin nüfusunu da kontrolü altındaki bölgelerden dışarıya tehcir siyasetini kuruluşundan itibaren sürdürmekte. Bu sistematik tehcir siyasetinin artık bir soykırım görünümü kazanmış olduğu anlaşılıyor.
Bir halk olarak yaşadıkları toplu kıyımın bir daha yaşanmaması için 1948 yılında Birleşmiş Milletler’e Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni kabul ettirmeyi başaran Yahudi halkının aradan geçen süreçte mağdur yerine fail konumuna geçmiş olmak utanç verici olsa gerekir. Hiçbir halk ve hiçbir birey kırıma uğramayı hak etmiyor; ‘soykırımcı’ lekesiyle yaşamayı da.