İsrail’in başlattığı Gazze’yi yeniden işgal operasyonu, her gün dehşet görüntüleri yaratmaya devam ediyor. Bu kadar geniş ölçekli sivil kıyımı içinde tarafların askeri ve politik stratejileri üzerine tahmin yürütmek oldukça zor. Ama teolojik referanslardan hareketle bir karşılaştırmalı ideolojik algı analizi mümkün.
El Kassam Tugayları, savaşı başlatan operasyonu “Aksa Tufanı” olarak adlandırmıştı. Burada iki teolojik referans iç içe bulunuyor: Birincisi Kudüs’te Müslümanların kutsal saydığı El Aksa camii, ikincisi ise Nuh tufanı. Karşılığında Netanyahu’nun demeçlerinde Tevrat’a yoğun referanslar görülecektir. Hamas’ın saldırısı, ilk elde Holokost çağrışımlarıyla algılansa da ardından Yahudilik tarihinde yaşanmış ve kutsal metinlerde yer alan katliamlar ve savaşlarla ilişkilendirildi. Süleyman Tapınağı’nın yıkılması ve Davut’un Filistinlerle savaşı gibi referanslar sıklıkla anılmaya başladı. Her iki tarafın algısında ve motivasyonunda derin yeri olan bu referanslar dikkate alındığında bu savaşın ve katliamın teolojik politik ya da kısaca teopolitik boyutu anlaşılmadan kavranmasının imkânsız olduğu görülecektir.
Tarihsel olarak vaat edilen topraklar kelamı, modern İsrail’in önemli kurucu söylemleri arasındadır ve uzak tarihte orada İsrailoğullarından önce yaşamakta olanları yok etme ya da tehcir etme icazeti, yakın tarihte modern devletin kuruluş ve hayatta kalma sürecinde yaşananlar için bir meşrulaştırma aracı olmuştur. Bu, yalnızca İsrail devleti tarafından dillendirilmiyor, Müslüman çevreler tarafından “Yahudi işgalinin” sakat mantalitesinin göstergesi olarak da sıkça telaffuz ediliyor. M.Ö 1200’lü yıllara denk gelen bir zamanda orada yaşayan halklarla bugünkü Filistin halkı arasında akrabalık olduğunu iddia etmenin spekülatif karakteri bir yana, kutsal metinlerin kelamı ile anlamı arasında yorum ya da tefsir faaliyetinin her dönemde gerekliliği herkesçe bilinmektedir. Yani Tanrı “öldür” emri verdiği gibi “öldürmeyeceksin” emrini de vermiştir. Hangisinin hangi koşullarda geçerli olduğu, teolojinin ve tefsir alimlerinin işi olması gerekirken pragmatik ve oportünist siyasetçilerin elinde paha biçilmez birer silah haline gelebilmektedir. Aynı durum Müslüman tarafı için de geçerli. Kuran’ın kısa bir gözden geçirilişinde bile Yahudi nefretinin büyük yer tuttuğu görülecektir. M.S. 600’lü yılların Arabistan’ı kontekstinde düşünerek yapılan tefsirler, bu nefret söyleminin kalıcı buyruk olmadığı sonucuna varırken başkaları bunun zaman ve mekân gözetilmeksizin Müslümanlığın şartı olduğunu savunabilir. Yine tehlikeli bir silah, oportünist İslamcı siyasetçilerin eline verilmiş demektir. Günümüzde iki tarafın da bu tehlikeli silahları ateşlemekte olduğuna tanık oluyoruz.
Savaş, yıkım ve kırım söz konusu olduğunda hemen akıllara gelen bir başka referans, kutsal kitaplarda yer alan kıyamet kehanetleridir. Anti-Christ (Deccal) ve Mesih (Mehdi) her iki tarafın hatta bir üçüncü taraf olarak Hıristiyanların da içinde yer aldığı dünya kamuoyunun çoğunluğuna hitap eden bir algı benzerliği içinde karşıt biçimlerde yorumlanmaktadır. Yahudi-Hıristiyan anlatı, büyük felaketlerin gerçekleşmesini kıyamet alameti olarak yorumlar. Felaketler ardından ya da esnasında Deccal’in saltanatı başlar ve teologların tartıştığı bir zaman boyunca devam eder. Ardından Mesih /Mehdi gelerek insanlığı ya da kavmini ya da günahkâr olmayanları bir şekilde kurtaracak dünyanın da zaten sonu gelecektir. Hıristiyanlıkla Yahudilik arasındaki tartışma, Mesih’in İsa olup olmadığından ibaret görünüyor. O nedenle, o zaman geldiğinde üzerinde durulacak bir ayrıntıdan ibaret. Müslümanlıkta ise kıyamet anlatısı pek farklı olmamakla birlikte daha karmaşıktır ve mezhepler arasında da önemli yorum farkları mevcuttur. Apokaliptik söylem, Şii inancı içinde daha vurguludur ve Mehdi’nin gelişi Şiiler açısından tarihin her döneminde an meselesidir. Hatta Mehdi’nin gelişinin koşullarını yaratmak için çalışmak esastır. ASSAM başkanı Adnan Tanrıverdi’nin ünlü nutkunu hatırlayalım: “İslam Birliği olacak mı olacak. Nasıl olacak, Mehdi Hz. geldiği zaman. Peki Mehdi ne zaman gelecek? Allah bilir. Peki bizim bir işimiz yok mu, ortamı hazırlamamız gerekmez mi? İşte ASSAM bunu yapıyor.” Bu şahıs, Şii değildir; Mehdicilik ve kıyamet tellallığının o mezheple sınırlı olmadığının yaşayan kanıtıdır.
Bu şartlar altında Müslüman cenah için Netanyahu Deccal, Hamas komutanı Yahya Sinvar (ya da İran devleti hatta Başkan Erdoğan’ın) da Mehdi demektir. Yahudi ve Hıristiyan inancı penceresindeki algı ise Hamas’ın Deccal olduğu konusunda net olmakla birlikte İsa’nın mı yeniden dirilip Mesih olarak geleceği yoksa son peygamber Mesih’in ortaya çıkmasını mı beklemek gerektiği konusunda fikir ayrılığı içindedir. O cenahta kıyametin ve öncesinde Mesih’in gelmesinin önkoşullarından biri de, şimdiki Ağlama Duvarı’nın üzerinde yer alan El Aksa Camisi’nin yıkılarak Süleyman Tapınağı’nın yeniden inşasıdır. Apokaliptik Müslümanların çoğu, Netanyahu’nun bu yıkımı gerçekleştireceğine inanmaktadır.
Aydınlanmacı ve modern her aklıselim insan için saçmalık anlamına gelen bu kök-nefret ve apokaliptik algı biçimleri, ne yazık ki görünür söylemsel zeminin tabanını oluşturuyor. Siyasal İslamcılar ve fanatik Siyonistler karşılıklı olarak bu karanlık ve tehlikeli kuyuya atıfta bulunmaktan kaçınmıyorlar. Böyle olunca da halkların birbirini boğazlaması kaçınılmaz hale geliyor. İslam tarafında durum nedir bilinmez ama Yahudi ve Hıristiyan cenahında bu tür tehlikeli hükümlerin tefsirinde zaman ve mekanla çerçeveleme, lafız ve ruh (kelam ve mana) ayrımı, kehanetlerle yaşanmış olayların iç içe yazılmış olduğu dolayısıyla da her kehanetin mutlaka kehanet değil tarihte yaşananların başka türlü ifadeleri olabileceği gibi yüzlerce yıllık entelektüel yorum çabaları olduğu görülebilir. Katliamları dizginlemenin başka yolu olmadığı görülüyor. En tehlikelisi, kelamı dümdüz okuyup onu farklı yorumlayanların Hallacı Mansur misali derisini yüzerek katliamı, savaşı ve bitmeyen bir nefret söylemini sürdürmekte ısrarcı olmak. An itibarıyla iki tarafta da hakim olan mantalite ne yazık ki böyle.