Tarihin bir ironisi olarak Türkiye’de merkez medyanın siyasal iktidarın denetimine geçmesi, basında sendikasızlaştırmayı başlatmakla övünen gazete patronunun bu alandan süpürülmesiyle gerçekleşti
Hep severek okuduğum yılların ekonomi muhabiri, Cumhuriyet yazarı Çiğdem Toker, yazılarından ötürü iki şirket tarafından kendisine açılan 3 milyon TL’lik tazminat davası sonrasında Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’ın kendisiyle yaptığı röportajda şöyle diyordu:
“‘Ekmek parası’ diye bir laf tutturulmuş gidiyor. Beni katı bulanlar çıkabilir, ama şu konuda netim: Gazetecilik ekmek parası için yapılmaz. Çünkü ‘ekmek parası için’ dediğinizde, sormamaya, sonsuz bir suskunluğa, görmemeye kapıyı açar ve giderek iktidarın propaganda makinesine dönüşmüş gazete-televizyon görünümlü aygıtların parçası haline gelirsiniz. ‘Ekmek parası’ bahanesi, kimi zaman ev kirasının, telefon faturasının ödenebilmesini aşacak kadar ucu açık bir anlamda da kullanılıyor. Bazıları, sağlanan konfordan bir tık aşağıya inmemeye de ‘ekmek parası’ demeye başladı. Oysa gazetecilik, ‘ne yapayım, ekmek parası’ dediğiniz yerde biter.” (Çiğdem Toker: Gazetecilik, ‘ne yapayım, ekmek parası’ dediğiniz yerde biter, Röportaj: İrfan Aktan, Gazete Duvar, 1 Haziran 2018)
Evet, mesleğimize dair çok önemli bir gerçeğin, hiç lafı dolandırmadan, bu sözü söylemeye hakkı olacak bir duruşa sahip bir gazeteci tarafından ifadesi.
Türkiye’de gazeteciler üzerinden epey bir zamandır bir gözaltı ve tutuklama furyasının hakim olması, ülkede tutuklu gazeteci sayısının uzun süredir üç basamaklı sayılarla ifade edilmesi, kapatılan medya kurumlarının sayısı, mesleğimiz üzerindeki en kaba baskı biçimini gündemimizin ön sırasına oturtmuş durumda. Oysa bir de onun altında, medya patronundan, onun ticari ve siyasi ilişkilerinden duyulan endişe ile artık içselleştirilmiş bir oto sansür var. ‘Ekmek parası’ diye ifade edilen gerekçelerin arkasında, kimi gazeteciler açısından gönülsüz bir biçimde atılan başlıklar, yapılan haberler, kimileri açısından ise yerini daha iyi yapacak bir başkasına kaptırmamak adına ‘cevval’ bir iktidar savunuculuğu durabiliyor. Patronun seveceği bir başlığı atmak ve belki de iktidarın en tepesinde bulunanlardan gelecek bir ‘aferin’ ile konumu garantiye alma kaygısı, Türkiye’nin şu anki medya düzeninin içine saplandığı bataklığın dolaysız bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
Gelinen bu noktanın tarihsel kökeninde ise, Türkiye’de merkez medyada sendikal örgütlenmenin bitiş hikâyesi var.
Doğan Medya Grubu’nun, patronu Cumhurbaşkanı için gözyaşı döken Demirören Grubu’na satılmasının ardından, G9 olarak bilinen gazetecilik örgütlerinin yaptığı açıklama bu açıdan çarpıcıydı: “Basında sendikasızlaştırmayı başlatan Aydın Doğan’ın şirketlerini satın alan Demirören’in, basında gazetecisizleştirmeyi başlatması şaşırtıcı olmayacaktır.” (“Aydın Doğan sendikasızlaştırdı, Demirören gazetecisizleştirecek”, T24, 23 Mart 2018)
Çok kısaca hatırlatalım. 1979 yılında Milliyet’e ortak olarak medya piyasasına giren Aydın Doğan, sonraki yıllarda Milliyet’in tamamına sahip olur. Türkiye Gazeteciler Sendikası ile Türkiye Gazete Sahipleri arasında 1990 yılının Ağustos ayında başlayıp Kasım ayına kadar devam eden toplu sözleşme görüşmeleri sonuçsuz kalınca, TGS, Milliyet, Tercüman ve Cumhuriyet gazetelerinde grev kararı alır. Aydın Doğan grev kararına karşı, lokavt ilan eder. Ardından da gazetenin teknik kısmını ana bünyeden ayırarak, bu kısımda çalışanları işten ayrılmış gibi gösterir. Kendi taşeron şirketlerine bu çalışanları yeniden işe alırken de, sendika üye yapılmamalarını sağlar. Bu hamleyle, Milliyet’ten 128 kişi işten ve sendikadan çıkarılmış olur. Aydın Doğan yıllar sonra, 12 Ağustos 2012 tarihinde Cumhuriyet gazetesine verdiği bir röportajda, Türkiye medyasında sendikasızlaştırmanın mimarı olduğunu büyük bir başarı hikâyesi olarak anlatır: “Ben sendikayı bitirmesem, onlar benim arkama teneke bağlayıp Babıali Yokuşu’ndan aşağı gönderecekti.” (Bu bölüm için, Ümit Alan’ın, Can Yayınları’ndan 2015 yılında çıkan ‘Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı’ adlı kitabından yararlanılmıştır.)
Tarihin bir ironisi olarak Türkiye’de merkez medyanın tamamen siyasal iktidarın denetimine geçmesi, basında sendikasızlaştırmayı başlatmakla övünen gazete patronunun bu alandan süpürülmesiyle gerçekleşti. Aslında işi sadece medya alanıyla sınırlı olan medya patronları için -Aydın Doğan onlardan biri değildi-, kurumlarındaki basın emekçilerinin üyeleri oldukları sendikalar sınıfsal açıdan onlar açısından bir tezat oluştursa da, son tahlilde siyasal güç odaklarına karşı da, o basın kurumlarını savunabilmenin yegane aracıdır.
Basında sendikasızlaştırmanın sonrasında geldiğimiz süreç, sadece ‘ekmek parasından olmama’ adına, gazetecilerin bir özne durumundan çıkıp, yaptıkları ya da sundukları haberin ve onunla birlikte toplam patronaj ilişkilerinin nesnesi olduğu bir süreç olmadı, medya patronlarını da, istenildiği zaman kolaylıkla piyasanın dışına itilebilecek bir ticari nesneyi dönüştürdü.
Bu sürecin geldiğe ilişkiler silsilesine bir örnek olarak da, FOX TV’deki “Liderler FOX’ta” programına konuk olan HDP eş genel başkanları Pervin Buldan ve Sezai Temelli’ye stüdyodaki gazeteciler tarafından sergilenen tutum gösterilebilir. HDP’nin halkın vergileriyle yayın yapan TRT’de yer bulamadığı ve merkez medyada iktidara önemli ölçüde boyun eğmiş olan Doğan Medya Grubu’nun da iktidara yakın Demirören Grubu’na satılmış olmasıyla o grubunda TRT’leştiği düşünüldüğünde FOX TV’deki program ister istemez merakla beklendi. Ancak bu programda ortaya, bir gazetecilik performansıyla bağdaştırılamayacak, daha çok bir sorgu hakimliği edasını andıran bir tablo çıktı. O manzaranın, ‘son kalan medya organında temkinli olmak adına takınılan tutumlar’ olarak açıklanıp, meşrulaştırılamayacak kadar gaddarca olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor.
Konumuz bağlamında, yazıyı bağlarken son bir söz de, vergilerimizle yayın yapan TRT’ye dair.
RTÜK’ün CHP’li Üyeleri İsmet Demirdöğen ve İlhan Taşçı’nın hazırladığı istatistiklere göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin televizyonlardaki yeri CHP’den ortalama 10, HDP, İYİ Parti ve Saadet Partisinden 30 kat fazla. RTÜK istatistiklerine göre Erdoğan’a 14-24 Mayıs tarihleri arasında TRT1’de 2 saat 35 dakika 59 saniye, TRT Haber’de 15 saat 25 dakika 22 saniye, TRT 6’da 10 saat 27 dakika yer verildi. CNN Türk’te ise 30 Nisan-24 Mayıs tarihleri arasında AKP 30 saat 52 dakika, CHP 11 saat 33 dakika yer aldı. HDP ve Selahattin Demirtaş’a ise hiç yer verilmedi.
Bu manzaraya rağmen TRT çalışanlarına TRT önünde Birlik Haber-Sen tarafından düzenlenen eylemle, “Şiddete karşıyız tarafsız yayınız” diye sloganları eşliğinde, “TRT milletindir. Bizler TRT çalışanları olarak milletin kurumuna sahip çıkmaya devam edeceğiz” yazılı pankartla açıklama yaptırılması gerçekten trajiktir. TRT’nin yayınlarının eleştirisinin doğrudan muhatabının TRT yönetimi olduğu kuşkusuzdur. Ancak, böylesi bir eylemle, TRT’nin siyasal iktidarın seçim propaganda aygıtına dönüştürülmesinin kamufle edilmek istenmesi ise asla kabul edilemez.
Evet, ‘ekmek parası’ diye başlamıştık değil mi? ‘Ekmek parası’ bu değil, bu yürek yarası!