Geçtiğimiz salı günü Independent Türkçe’de Justin Ward imzalı önemli bir yazı yayımlandı. “İşçi Sınıfı Gazetecisinin Ölümü” başlıklı yazıda Ward, belli bir ekonomik ve kültürel sermaye sahibi çevreden gelmeyen insanların Amerikan ana akım gazete ve televizyonlarında iş bulmasının zorluklarından söz ediyor.
Yazının aktardığına göre, New York Times’ın editoryal kadrosunun yüzde 44’ü, Wall Street Journal’ın ise neredeyse yarısı elit üniversitelerden mezun olmuş gazetecilerden oluşuyor. Elit üniversitelerden mezunların sektörel oranlarında da, medya kuruluşları başı çekiyor.
Hâl böyle olunca, elitler tarafından yönetilen medyanın, yine elitlerle dolup taşan diğer politik ve ekonomik kurumlarla ilişkisinde bazı haklı şüpheler doğuyor. “Güçle bu kadar mahrem bir ilişkinin içindeki biri kudreti elinde bulunduranın yüzüne rahatsız olacağı doğruları nasıl söyleyebilir? Medya işçi sınıfından bu kadar soyutlanarak sağır olduğunda nasıl ‘sessizlerin sesi’ olabilir?” diye soruyor Ward.
Elitlerin medyaya olan bu özel ilgisinin, medyanın çok para kazanılan bir sektör olmasıyla alakası yok. Ward, gazeteciliğin gitgide ayrıcalıklı insanların paralı bir hobisine dönüştüğünü iddia ediyor. Çünkü, ABD’de bir gazetenin yıllık ortalama geliri 41 bin dolar ve bu rakam ulusal ortalamanın 18 bin dolar altında. Bunun yanında medya sektörünün istihdam kapasitesi de yıldan yıla azalıyor. Şu an için 50 bin kişilik istihdamdan söz edilirken, bunun 2026 yılında 45 bin 500’a ineceği tahmin ediliyor. Oysa 2016 yılında ABD iletişim fakültelerinin verdiği mezun sayısı 14 bin.
Bu yazı üzerinden Türkiye medyasını düşünürsek, bahsedilen elitleşme sürecinin burada da bir dönem etkili olduğunu, “yukarıdakilerle” iyi ilişkilerini gazetecilik adıyla pazarlayan küçük bir elit azınlığın, ana akım medya kuruluşlarının üst yönetici kadrolarını uzun bir dönem boyunca işgal ettiğini söyleyebiliriz. Ertuğrul Özkök, bu tarzın alamet-i farikası olmuştur desek yanılmayız herhâlde.
Ancak bu elitizm neyse ki AKP’nin medya operasyonlarıyla birlikte tarihe karıştı. Cem Küçük, Kurtuluş Tayiz, Mehmet Baransu gibilerin bile “gazeteci olabildiği”, SETA’nın tabiriyle “medyanın demokratikleştiği” bir dönem yaşadık. Bu dönem, kültürel sermaye açısından dezavantajlı kesimlerin gazetelerin tepelerine erişimini kolaylaştırdı, ancak bu sefer ölen tamamıyla ana akım gazetecilik oldu.
Günümüzde, saray medyasında ya da iktidar kontrolündeki eski ana akım medyada çalışan insanların, entelektüel becerilerinden feragat etmiş ya da etmek zorunda bırakılmış teknik çalışanlar olduğunu söyleyebiliriz. Bu mekanizma, gazetecilerin kendi entelektüel, siyasal ya da mesleki motivasyonlarıyla hareket etmesini engelleyen, onları saray danışmanları tarafından çerçevesi çizilen haberleri aktarmakla mükellef kılan bir yapı. Böyle bir yapı içerisinde gazetecilik yapmanın imkânlarını çok düşünmeye gerek yok sanırım.
Bu tablonun başlıca nedeni AKP’nin, kurduğu tek adamlık rejimine yakışan bir, medya tesis etme çabası tabii ki. Ancak bunun yanında, ABD’nin kâr odaklı medya sisteminin aksine Türkiye medyasının 80’lerden beri, medya patronlarının diğer yatırımları için bir araç olarak işlemesi de var. AKP’den önce de gazeteler sadece gazetecilik faaliyeti yapmak için çıkmıyordu. AKP bu çarpık sistemi kendi lehine kolay bir şekilde yeniden dizayn etti.
Medya alanı bu durumdayken, her sene iletişim fakültelerinden mezun olan dokuz bin insanın akıbeti de önem kazanıyor. Saray medyasında çalışmanın, sizden aktif bir şekilde iktidar mekanizmasına dahil olmayı şart koşması; eski ana akımın yeni gazeteciler yetiştiremeyecek şekilde, iktidarın atadığı bekçiler tarafından, şeklen ayakta tutulması; muhalif medyanın maddi imkânsızlıklar yanında yargı sopasıyla baskı altına alınması derken gazeteci adayları için gelecek pek parlak gözükmüyor. Bu nedenle, bilhassa özel üniversite iletişim fakülteleri, ders programlarını yeniden düzenliyor, yeni medya dersleri öne çıkıyor, gazetecilik hedefleri yerini dijital pazarlama, sosyal medya uzmanlığı, start-upçılık gibi hedeflere bırakıyor.
Bütün bunlara rağmen, gazeteciliğe kaybettiği değerini yeniden kazandırma mücadelesinden vazgeçmemek gerekiyor. Üniversitenin ilk yıllarından başlayarak muhalif/alternatif/radikal medya deneyimlerinin içerisine girmek, olmadı internetin sunduğu imkânlarla yeni mecralar yaratmak, gazetecilik alanının bir bütün olarak ayağa kaldırılması için çaba harcamak bugün çok daha değerli bir yerde duruyor.