Yusuf Gürsucu / İstanbul
G20 ülkelerinin Tarım Bakanları İtalya’da niyetlerini ortaya koydu. Sürdürülebilirlik kavramını dillere pelesenk edenler, doğa ve tarımsal üretimlerin değil sermaye büyümesinin sürdürülebilirliğinin peşindeler
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu G20 ülkelerinin Tarım Bakanları, G20 Dönem Başkanı İtalya’nın ev sahipliğinde Floransa kentinde bir araya geldi. Toplantı 21 maddelik ‘Floransa Bildirisi’nin kabulüyle sona erdi. G20 Tarım Bakanları Toplantısı Sonuç Bildirisi’nde, ‘2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın kabulü üzerinden altı yıl geçmesine rağmen dünyanın dörtte birinin (yaklaşık 2 milyar insan) hâlâ gıda güvensizliği sorunuyla karşı karşıya olduğu belirtildi.
Topu sahaya attılar!
İtalya Tarım Bakanı Stefano Patuanelli ise düzenlediği basın toplantısında, “Bir sonuç bildirisini onayladık. Şimdi top bizim sahamızda. Bir sonraki buluşmamız bir yıl sonra Endonezya’da olacak. Bu sürede bir şey yapmazsak gezegen bizi beklemez. Yaptığımız her şey, uzun yıllardan sonra etkisini gösterecek” diye konuşurken, sözünü ettiği ‘topla’ yapacakları maçın rakibi halklar ve buna karşı bir hedef belirlemesi yapılıyordu.
G20 Floransa Bildirisi
Bildiride, gıda güvenliği, sağlıklı ve dengeli beslenme, yoksulluğun ortadan kaldırılması, doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi, ekosistemlerin korunması, iklim değişikliğinin azaltılması ve adaptasyonu için ‘sürdürülebilir ve dayanıklı gıda’ sistemlerinin temel olduğunun altı çizildi ancak sürdürülebilirliğin ve dayanıklılığın ne anlama geldiği vurgulanmadı.
Halkları bekleyen açlık
“Dayanıklı ve sürdürülebilir gıda sistemlerini teşvik etmeye yönelik ortak çabalar devam etmelidir” denilen bildiride, “Sürdürülebilir tarım olmadan, sürdürülebilir bir büyüme olamaz” ifadeleri kullanıldı. “Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuralları ile uyum içerisinde, açık, şeffaf ve öngörülebilir piyasa yapısı oluşturulup kritik tarım ürünlerinin sürekli akışının sağlanması” gerektiğinin vurgulanmış olması ise halkları neyin beklediğinin işaretlerini veriyordu. Kapitalizmin ortaya koyduğu akış meselesi halkları ancak açlığa taşıyabilecektir.
İlham verici Türkiye!
BM Gıda Sistemleri Zirvesi öncesi 7 Eylül günü ‘Sürdürülebilir Gıda Sistemleri Ulusal Diyalog Çalıştayı’ yapılmıştı. BM Gıda Sistemleri Zirvesi Diyalogları Başdanışmanı David Nabarro da yaptığı konuşmada gıda sistemlerinin dönüştürülmesinde çok paydaşlı diyalog sürecinin önemini vurgularken, Türkiye’nin konuyla ilgili yaptığı çalışmalarla ‘en ilham verici’ ülkelerden biri olduğunu vurgulaması ise dikkat çekiciydi. Türkiye’de tarım üretimleri darbelenirken en temel gıdanın ithalata bağlanmış olması ‘en ilham verici’ vurgusunun amacını ortaya koymakta.
Gıda güvenliği mi?
Floransa Bildirisi’nde sürdürülebilirlik kavramı ile gıda güvenliği kavramı ile DTÖ vurgusu dikkat çekiyor. Gıda güvenliği kavramı ile halkların sağlıklı gıdaya ulaşım sorununa gönderme yapılırken, asıl amaçları sermayenin gıda üretimlerindeki güvenlik sorunundan başkaca bir şey değildir. Dünyada 2 milyar insanın sağlıklı gıdaya ulaşamıyor olması, gıda endüstrisi için büyük bir potansiyelin olduğuna dikkat çekiliyor. Gıda güvenliği vurgusu kapitalist üretim süreçlerini içerirken, halkların asıl ihtiyacı kendi gıda egemenliğine sahip olmasından geçmektedir.
DTÖ ve tekeller
Gıda aynen soluduğumuz hava gibi yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır ve bu nedenle bir meta olarak ele alınmasının önüne geçmeyi gerektirir. Gıda üretimleri ve buna bağlı oluşturulan gıda politikaları gıda şirketlerinin ve onların kontrol ettiği piyasalara terk edilemez. DTÖ ile uyumlu bir gıda politikası ancak halkları açlığa ve sefalete sürüklerken bu süreçte tek kazanan gıda tekelleri olur.
Sermaye yaşamı patentledi
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ile Dünya Fikir Mülkiyeti Örgütü (DFMÖ) arasında yapılan bir anlaşma ile Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması (TRIPS) tesis edilmiştir. Bu durum ise her türden tohumun ve hayvanın patentlenmesi yolunu açmıştır. Bu süreçle birlikte tarımın tekelleşmesi tek seçenek olarak tesis edilmiştir. Küçük çiftçiler ya tekellerin ürettiği tohumlarla tarım yapabilecek ya da topraklarını tarım tekellerine terk edecek, başka bir seçenek yasal anlamda bırakılmamıştır.
Sürdürülebilirlik yalanı
1970’li yıllardan sonra çevre ile ekonomik kalkınma arasındaki gözle görülebilen çelişki, ‘sürdürülebilir kalkınma’ modellemesiyle süslendi. Sürdürülebilirlik kavramı “Sermayenin mi yoksa doğanın sürdürülebilirliği mi?” ile ilgili soruya kapitalizm açısından verilecek tek yanıt sermayenin sürdürülebilirliği olacaktır. Oysa yaşamın sürdürülebilirliği sermayenin bertaraf edilip doğayla girilecek sembiyotik bir ilişki ile mümkün olacaktır.
Sermaye için mi doğa için mi?
Kapitalist ekonominin en temel birikim alanı, emek ve doğa sömürüsü üzerinden kendisini sürekli yenileyip aşırı tüketimi ve dolayısıyla aşırı üretimi kesintisiz gerçekleştirme zorunluluğudur. Kapitalizm insanların ihtiyaçlarını ön görerek üretim planlaması yapmaz aksine sermayenin birikim süreçlerini sürekli halde tutmak ve büyütmek üzere bir üretim sürecini hakim kılmıştır.
Dayanıklılık ve GDO
Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması (TRIPS) eliyle tohumların tamamı patentlenmiş, kısırlaştırılmış ve genleriyle oynanarak frankeştayn ürünler ortaya çıkarılmıştır. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) adı verilen genetik değişikliğin bitkide dayanıklılığı arttırdığı iddiaları sermaye çıkarları adına kullanılan yalan bir iddia olduğu kadar halk sağlığı açısından da büyük tehlikeler barındırmaktadır.