Çeviri
2002 yılında, ABD’li futbol yıldızı Clint Mathis, takımının Dünya Kupası’nı kazanacağını ilan etti. Mathis, bunun doğal ve mantıklı olan şey olduğunu şu şekilde açıklıyordu: “Bizler neredeyse her şeyde başı çeken ülkeyiz.” Her şeyi sekizinci bitiren bir başı çeken ülke.
Futbolda nadir şeyler olur. Güçlünün gücünün gündelik biçimde teyit edilmesi etrafında örgütlenmiş bir dünyada, aşağılananlara taç giydirilmesi ve taç sahiplerinin aşağılanması kadar nadir bir başka şey yoktur. Fakat futbolda zaman zaman en nadir olaylar gerçekleşir.
Aslında, bir Arap takımının tarihte ilk defa İsrail liginin şampiyonu olduğu geçen seneye (2004) bakmamız yeterli. Yine tarihte ilk defa, bir Çek takımı Rusya liginin şampiyonu oldu. Olimpiyatlarda, -savaşla kavrulan- Irak’ın futbol takımı, bütün tahminlerin ve belirtilerin aksine, bir dizi sürpriz yaparak maçlarını arka arkaya kazanarak adını yarı finallere yazdırdı ve kalabalıkların favorisi oldu.
Güçlü bir simge, büyük bir gizem: Kimse (bir dolu teoriye rağmen) nedenini bilmiyor fakat bugünün dünyasında pek çok insan, futbolu kendilerini tanıdıkları ve gerçekten inandıkları yegane kimlik alanı olarak görüyor. Gerekçeleri her ne olursa olsun, kolektif haysiyetin havada oradan oraya atılan bir topun hareketiyle çokça ilgisi var.
Burada sadece stat köşelerinde her Pazar günü takımlarıyla birlikte olan taraftarların katılım deneyiminden bahsetmiyorum; aynı zamanda ve hepsinin ötesinde, çayırlarda, ufak tarlalarda, kumsallarda, kentleşmenin üzerine henüz amok koşusunu yaparak yok etmediği geriye kalan birkaç kamusal alanda oynanan oyundan bahsediyorum. Arjantinli psikiyatrist ve insani acı üzerine çalışan tutkulu bir öğrenci olan Enrique Pichon-Riviere, futbolun hor görülmekten ve yalnızlıktan kaynaklanan hastalıklara dönük bir terapi olarak etkililiğini onaylayacaktır. Bu spor, ortak bir çabadır, takımlar halinde oynanır; hor görülmüşlerin kendilerini sevmelerinde ve kendilerini, sürekli bir tür hücre hapsinde yaşamaları nedeniyle mahkum ettiğini hissettikleri yalnızlıktan kurtarmalarında fazlasıyla yardımcı olabilecek bir enerjiyi içerir.
Bu açıdan, Avustralya ve Yeni Zelanda/Aotearoa’nın deneyimi oldukça açıklayıcıdır. Buralarda, yerli dillerinde intihar kelimesi yoktur, bunun nedeni de basittir, yerlilerin hayatında intihar diye bir şey yoktur. Birkaç yüzyıllık ırkçılık ve dışlanma deneyimi ile tüketim toplumunun şiddetli patlayışı ve bu toplumun acımasız değerleri, yerli gençlik ve çocuklar arasında intihar oranını dünyadaki en yüksek oran haline getirmeyi başarmıştır.
Bu türden derin kökleri ve sökülmüş kökleriyle birlikte bu dehşet verici manzara düşünüldüğünde, tedavi olabilecek bir sihirli iksir de yoktur. Fakat ölüme karşı mücadele veren bu takdire şayan insanların tanıklığı, bir olgu ile de aynı anda gerçekleşmektedir. Spor, özellikle de futbol, dünyada hiçbir yeri olmayanlara bir sığınak sağlayan birkaç yerden biridir. Yine futbol, bugünün Avustralya’sında, Yeni Zelanda/Aotearoa’sında ve dünyanın geri kalanında hakim olan yabancılaşma/ayrımcılık kültürünün kopardığı dayanışma bağlarını yeniden kurmaya inanılmaz ölçüde katkıda bulunur.
Kadın futbolu da yavaş yavaş kendisine, çoğunlukla erkeklerle dolu olan ve kadınlara ve küçük kızlara dönük bu işgalin ne anlama geldiğini bilmeyen spor basınında daha geniş bir yer bulmaya başlıyor. Profesyonel düzeyde, kadın futbolunun bugünkü gelişimi belirli bir çınlama da yaratıyor. Fakat sadece oynamanın saf hazzı için oynanan oyundan doğru gelen hiçbir yankı yok ya da sadece düşman yankılar söz konusu.
Nijerya’da kadın futbol takımı bir ulusal hazinedir ve yoğun gurur kaynağıdır. Dünyada en üst sıralardadırlar. Fakat ülkenin kuzeyindeki Müslümanlarda, erkekler buna karşıdır çünkü sporun genç kızları günahkarlığa sürüklediğini düşünürler. Fakat sonunda bu durumu kabul ederler çünkü futbol, onlara şöhreti getirebilecek ve ailelerini yoksulluktan kurtarabilecek bir günahtır. Babaların kızlarına, oyunun kendisi ya da Allah’ın gazabı nedeniyle kadınları kısırlaştırdığını ileri sürdükleri şeytani bir sporun gerektirdiği uygunsuz kıyafetleri giymekten men etmeleri, profesyonel futbolun sunduğu altından mahrum kalmak istememelerindendir.
Zanzibar ve Sudan’da, bu kadın futbolcuların erkek kardeşleri, aile namusunun koruyucuları, bir topu sürmeye ve kendi bedenlerini sergileme küfrüne düşmeye yetecek kadar erkek olduklarını düşündükleri kız kardeşlerinin bu düşkünlüklerini cezalandırmak için onları dövmektedirler. Bir erkek oyunu olarak futbol, kadınların sahalarda oynamasına ve antrenman yapmasına karşı çıkar. Erkekler kadınlara karşı oynamayı reddederler. Onların söyledikleri, dine saygı nedeniyle böyle yaptıklarıdır. Belki de öyledir. Belki de oynadıklarında kaybedeceklerindendir. Okyanusu aştığımızda, Bolivya’da ise bir sıkıntı yoktur. Kadınlar çeşit çeşit eteklerinden vazgeçmeksizin yüksek yaylalardaki kasabalarda futbol oynarlar. Üzerlerine renkli kazaklarını giyerler ve kazaklara rağmen goller atabilirler. Her oyun bir partidir. Futbol, tarlalarda ve değirmenlerde kölece çalışmaktan bunalmış ve sarhoş kocaları tarafından sık sık dayağa maruz kalan bu doğurgan kadınlar için bir açık uzamdır. Çıplak ayakla oynarlar. Kazanan takıma bir koyun hediye edilir. Kaybeden takıma da. Bu sessiz kadınlar, oyun boyunca kahkahalar atarlar ve ziyafet boyunca da kontrolsüz bir biçimde kahkahalarını sürdürürler. Kazananlar ve kaybedenler, hep birlikte kutlama yaparlar. Erkeklerden biri bile içeriye adım atmaya cüret edemez.
Çeviri: Soner Torlak
Bu yazı Sendika.Org’dan alınmıştır.
*Latin Amerika’nın önemli yazarlarından Galeano, 13 Nisan 2015’te hayatını kaybetti.