Neğşirvan Güner/ İstanbul
Sanatçı Fulya Çetin’in 9’uncu kişisel sergisi ”Dün” 9 Kasım’da Beyoğlu’ndaki Martch Art Project’e açıldı. Dört işten oluşan ”Dün” sergisi, son yıllarda üst üste verdiğimiz kayıplar, ölümün ayrıştırılması ve imgenin yok edilmeye çalışılması üzerine şekilleniyor.
İktidarın tahakkümü tarafından kuşatılmış, egemenlerin baskısını her an hisseden bireyin isyanı, acısı, arayışı ve de bunları başkalarıyla paylaşma, dayanışma ihtiyacının var ettiği bireysel bir çığlık. Süregiden ölümler ve ölülerimizin bile iktidarlar tarafından rahat bırakılmaması, yalnızlaşan bireyin sorunları toplumsallaşarak aşma çabası olarak bir vicdan talebi.
Bireysel ve toplumsalın kesiştiği bir alanın sorunlarını dert eden ‘Dün’ sergisinin bize yönelttiği bir soru ya da verdiği cevap olmadığını söyleyen Çetin, amacının, “Biriktirdiklerini çıkarmak, daha fazla içinde tutamamak, haykırmak” olduğunu söylüyor.
Sanatçı Çetin’in nisan ayında düzenlemeyi planlığı “Dağların Taşların Ağladığı Gün” ismini taşıyacak olan sergisini işaret eden işlerden oluşan “Dün” 23 Aralık’a kadar ziyarete açık olacak.
“Dün” sergisinin bize yönelttiği soru ne? Ya da kendinize bir cevap mı?
Aslında bir soru cevap kadar net bir şey değil ‘Dün’ sergisi. Bir soru – cevap karşılaşmasından çok biriktirdiklerini çıkarmak, daha fazla içinde tutamamak, haykırmak. Yani daha hisle ilgili bir şey, duyguyla, var olma, var olabilme haliyle ilgili bir şey. Biraz da varlık yoklukla, yok olmak – yok etmek – yok saymakla ilgili bir şey.
Daha çok kendi hislerinizden mi yola çıktınız?
Genel olarak, daha önceki yıllarda yaptığım resimler net şeyler söyleyebilen resimlerdi. Formlar daha net ve her şey çok kontrollüydü. Zaten o zaman resim yapmadan önce zihnimde ne yapacağımı bilerek başlıyordum. Kâğıdın, tuvalin ve boyanın akışında bir ortaklık, buluşma ve temas oluyordu. Ama şimdi biraz akışa bırakma durumu bu. Uzun zamandır “Tahakküm” üzerinde düşünüp duruyorum. Bir anlamada tahakkümü elden bırakma hali de diyebiliriz. Önce kontürler yok olmaya başladı ve o belirsizliği sevmeye başladım. Sonra hep yaptığım ve artık yapabildiğim şeyleri silmeye ve yok etmeye başladım. Silinenin altında kalan, yok olmayanı sevdim. Bu eylemi farklı malzemelerle denedim. Ortaya çıkan işler biraz beden diliyle de buluşmaya ve “Dün”e doğru gitmeye başladı.
Serginin iki çıkış noktası var. Biri Bataille ve ölüm, diğeri ise Foucault ve iktidar bu ikiliyi buluşturmanızın sebebi ne?
Her an her yerde iktidarı hissetmiyor muyuz? Çocukluğumuzdan bugüne kadar, sadece iktidarın profili değişiyor ama hep var. Hele ki kadınsanız… Evde babanın iktidarı, sonra okul- devlet baba girer devreye, hayatınıza giren erkekler, iş arkadaşlarınız… her an her yerde. Küçük bir kız çocuğu olarak bu iktidarla tanışırsınız ve hayat başlar. Sağlam bir pratiktir aslında. Kadınların, lgbti bireylerin ve toplum içinde ötekileştirilmiş herkesin dayanma gücünü iktidar ile erken tanışmasından dolayı aldığını düşünüyorum. Önceleri bu iktidarla ne yapacağımı bilemedim. İktidar benim hayatımda korkmam gereken bir şey mi, savaşmam gereken bir şey mi, yenmem gereken bir şey mi, ben bu iktidarla ne yapacağım? İktidar sahibi olmalı mıyım? Bu soruların cevabını bulamadım ve bilemedim. Ama bu iktidar varlığını, her başımı kaldırdığımda yeniden başımı öne eğmem için kendini hissettirdi. Bütün bunlarla beraber yaşarken o iktidarın gücünü nasıl kullandığına şahit oluyorsun, yetişkin oldukça iktidarın dilini çözmeye başlıyorsun, hatta zaman zaman iktidarın kendisi sana iktidar olma hakkını vermeye başlıyor. Bütün bunlar tahakküm üzerine düşünmeme ve üretmeme sebep oldu ve tabii ki çalışmalarıma yansıdı. Boya üzerindeki iktidarımı bir yana koyup, karşılıklı diyaloğa, tesadüfe, akışa izin vererek yüzeyle aramda karşılıklı hemhal olma, anlama, sürece bırakma gibi hallere açmış oldum kendimi.
Peki ölüm…
Ölümle ilgili bir sürü hal var. İnsanın eceliyle ölmesi var, bir de öldürülmek ve yok edilmek diye bir şey var; yaşam hakkının elinden alınması. Yok edilmek, yok olmak… Son yıllarda, uzun zamandır, her gün yeni bir ölüm haberi duyuyoruz, her seferinde kahroluyoruz, sonra arkadan yenisi geliyor, birinin yasını tutamadan diğeri, birine sarılamadan, bir başkası, acılar birbirine karışıyor. Bu kadar acı birbirine karışmışken hayatımıza hiçbir şey olmuyormuşçasına devam etme hali simülasyon bir hayat gibi. Havada acı var, isyan var, yas var. Duyarak, yaşayarak şahit oluyoruz. Bu şahitlik hali ile acıyı paylaşmadan, dayanışmadan, sarılmadan, yas tutmadan bunun üstesinden gelmek zor.
Eski röportajlarınızın birinde, ‘daha çok insanın iç meseleleriyle ilgilendiğinizi’ söylemişsiniz. Ama bu sergi aslında topluma ya da sanat dünyasına bir sesleniş, “Bakın her şey sıradan gitmiyor aslında. Sadece görmek isteklerimizi görüp, görmek istemediklerimizi de görmüyoruz” diyorsunuz. Bu noktaya sizi ne getirdi?
Aslında sesleniş değil, haykırış var çünkü ben hiç kimse değilim yani halklara, uluslara seslenemem. Bu benim bir isyanım, feryadım, çığlığım, burada sessiz bir çığlık var diyebiliriz. İçimden bir çığlık kopuyor. Biri sizin canınızı acıttığı zaman istem dışı bağırırsınız ya, bu da böyle bir bağırış. Dolayısıyla eski röportajımda söylediğim gibi yine bir iç mesele. Ama kaynağını dışardan alan bir iç mesele. Hayat değişiyorsa, ben değişiyorum ve yaptıklarım değişiyor. Hayatın akışı değişiyor. Demek istediğim bu bilinçli bir yönlendirme değil. Bir arkadaşım “sen aslında vicdan talep ediyorsun” demişti, bu benim çok hoşuma gitmişti. Evet, vicdan talep ediyorum. Yüzleşmek, anlaşılmak, dinlemek, anlamak, nezaket, sakinlik, paylaşmak… bu tamamen insanı davranışları talep ediyorum aslında.
Özür dilemedikçe vahşileşen bir toplum dönüştük. Git gide daha sert, daha aç gözlü, daha vurdum duymaz, daha acımasız, daha çok bağıran bir sürü insan… Bu yüzden dağlara, taşlara, nehirlere çevirdim yüzümü.
Nisan’da yapacağınız serginin başlığı olarak “Dağların taşların ağladığı gün”ü neyi temsil etmek için seçtiniz?
Uzun zamandır öyle bir gün, her gün öyle bir gün. Az önce de bahsettiğim gibi insanlarla aram açılmaya başladı ve doğaya yöneldim. İnsana bakmak istemiyorum artık, dağa bakmak istiyorum, taşa bakmak istiyorum. Yani taşla konuşasım var. Taşa anlatasım var. Onun anlatacaklarını dinleyesim var. Çünkü bu kadar şeyi dağlar taşlar duydu insanlar duymadı mı diye düşünüyorum? Dağlar taşlar ağladı, ama insan ağlamadı. Sen ağlamadın mı diye sormak istiyorum. Bir de o dağ, o taş, ağaçlar, ormanlar orada duruyor, onlar bizim bildiğimizden, gördüğümüzden daha fazlasına sahip, daha fazlasını biliyorlar.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
“Dün”e ait cevapları Nisan’daki “Dağların taşların ağladığı gün” sergisinde bulabileceğinizi ümit ediyorum.