Epeydir bir fotoğraf hakkında düşünüyorum. Aslında çoğunuz gördünüz bu fotoğrafı, 7 yıldır cenazesini aradığı 22 yaşındaki oğlunun kemikleri kendisine torba içinde teslim edilen babanın kucağındaki torbayla çekilmiş. Fotoğraf, babanın kucağında torbayla adliyeden çıktığı ana odaklanmış
Diyarbakır’da 2015’te Sur direnişi, abluka sürecinde haberlerdeki gibi hayatını kaybeden demeyeceğim öldürülen Hakan Arslan’ın kemikleri 7 yıl aradan sonra babasına bir torba içerisinde teslim edilmişti.
Fotoğraf bize yalnızca bu anı gösteriyor. Zamandan, geçmişten, gelecekten korunmuş ve anlam ancak böyle oluştuğuna göre, anlamdan yoksun.
Yazar, düşünür, John Berger’in dediği gibi, belleğin tersine, fotoğraflar kendi başlarına anlamı saklamazlar, bize görünümlere normal olarak atfettiğimiz bütün inanırlık ve ciddiyetle birlikte anlamlarından koparılmış görünümler sunarlar. Bu görüntü belirsizdir, çünkü tarihten koparılmış, zamandan alıntılanmış, ana adanmıştır.
Oysa benim aklım, babaya aslında kemiklerden ibaret olan cenazenin verilişi sırasında devlet adını verdiğimiz yapının içselleştirdiği ölüm bürokrasisine takılıyor. Babanın kendi anlatımıyla, yapılan resmi işlemler, babanın cenazeyi sorması, görevlinin cenazenin yanlarında olduğunu söylemesi üzerine babanın duyduğu şaşkınlık, yeniden evrakın aranması ve babanın önüne bir torba konması.
Birilerinin yazdığı, birilerinin imzaladığı bütün kağıtlar, o mürekkep, bilgisayarlar ve olmazsa olmaz o damga. Bütün o akıl almaz vahşetteki bürokrasi fotoğrafta yok. Sur direnişi, Hakan Arslan’ın hayatını uğruna kaybettiği on yıllardır eşit yurttaşlık, anadilinde yaşam, yerel demokrasi mücadelesi kadrajın dışında. Bu kaybın, bu kemiklerin, kucağında torbayla bu yaşlı adamın anlamı ne, bilmiyoruz.
Berger, fotoğrafın bellekte saklanan imgelerle kıyaslanabileceğini söylerken temel bir ayrım vardır diyordu, hatırlanan imgeler sürekli bir deneyimin kalıntısıyken fotoğraf koparılmış bir anın görünümlerini yalıtır.
Eğer fotoğrafı yaşamımızla, tarih bilgimizle tamamlayabiliyorsak, eğer 22 yaşında bir insanın kemikten ibaret kalmasına neden olan şey belleğimizdeyse, kucağında torbayla gördüğümüz yaşlı adamın fotoğrafına görüntüden öte bir anlam kazandırabiliyoruz. O fotoğrafa anlam kazandıran verilen mücadele. Fotoğrafın kendisinin böyle bir becerisi yok.
Daha da acısı anne Melike Arslan, yolunu gözlediği oğlunun bir torba içindeki kemikleriyle, yani onu artık hiçbir zaman göremeyeceği, ondan geriye yalnızca kemiklerin kaldığı bilgisiyle televizyon izlerken karşılaşıyor. Yani görüntü olarak. Televizyonda o torbayı görünce öldüm diyor anne, gerçek bir ölümle. Biz sadece bir görüntüyle karşı karşıyayız. “Bizi öldürmeyen şey daha güçlü yapar” özlü sözünün güvencesinde hayatta kalmaya devam ediyoruz. Bence daha da eksilerek, gitgide insan kılığında gezen, tanımlanamaz bir yaratığa dönüşerek.
Bu görüntü sayısız defalar çoğaltıldı, elinde torbayla babanın fotoğrafı duyarlılık yaratmak için birçok yerde yayınlandı. insanlar birbirlerine de göndermiş olmalı. Akıl almaz acı kaçınılmaz olarak bir metaya dönüştü.
Bu görüntüye haberlerde ve yazışmalarda “vicdan sızlatan” sözleri eşlik etti ki, bana bunun kadar anlamsız gelen başka bir sözcük yok.
Aynı etkileyicilikte bir fotoğraf, 2015’te Bodrum’da cansız bedeni sahile vuran 3 yaşındaki Suriyeli Aylan Kurdi bebeğe aitti.
Bu fotoğraf mülteciler konusunda suç işleyen kurumların siteleri dahil birçok yerde yayınlandı. Devletler, kurumlar fotoğrafı birbirini suçlamak için kullandı. Çünkü yayınlandığı andan itibaren o da metaya dönüşmüştü. Yine vicdanlar sızladı, yani öyle deniyor. Ancak devletler, kurumlar suç işleyemeye, mülteciler ölmeye, insanlık dışı yaşamlara mahkûm olmaya devam ediyor.
Walter Benjamin tarihsel bir olayı kitlesel bir mala dönüştüren bu yeniden üretim teknikleri ve tekil olanın sonsuz derecede çoğaltılarak kitlenin yeniden üretilmesinde kullanılmasını daha 1930’larda ele almıştı. Konunun etrafında çok zengin bir tartışma var. Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak adlı kitabında fotoğrafı ayrıcalıklı kesimlerin ve hayatlarını emniyete almış olanların görmezlikten gelmeyi tercih edebileceği konuları “gerçek” ya da “daha gerçek” kılmanın bir aracı olarak tanımlıyor. Ama bunun da cepte ya da elde olmadığını biliyoruz.
O anı görmek, babanın o andaki yüzünü görmek şimdilerde olduğu gibi neredeyse bir tutku haline geldiğinde, bizi yaşanan “olay’a” çünkü artık görüntünün dolayımından geçerek bir olay haline gelmiştir, daha yakınlaştırmaz, aksine uzaklaştırır. Kendi deneyimimizin, kendi bedenimizin hakikati ve ihtiyacı olan mesafeyi elimizden alır, görüşümüzü köreltir. O nedenle Benjamin fotoğraftan söz ederken berraklıktan değil bakışımızı gölgeleyen bir sisten bahseder daha sözün başında,
Yaşamın kesintisiz akan görüntülerle adeta gerçekliğini kaybettiği, belleksizleştiğimiz (çünkü fotoğraf ve görüntüler belleğin yerini alıyor, kolayca bellekten vazgeçebiliyoruz) görüntüye indirgenmiş, bedenlerin işin içinden çıktığı, sanal olanın nasıl baş edeceğimizi henüz bilmediğimiz bir hakikat olarak ortada gezindiği bu dünyayı değiştirme mücadelesinde belleğe ve bedene daha sıkı sarılmazsak, bizim de anlık gelip geçici görüntülere dönüşmemiz işten bile değil. Oysa kendi başlarına bir anlam yaratma becerisine sahip olmayan fotoğraflara anlam kazandırmak görevi de bize düşüyor.