Yeni havalimanı inşaatında çalışan işçilerin mücadelesi, kısa bir müddet için dahi olsa, hürriyetin bu memlekette ancak en şanlı elbisesiyle, yani işçi tulumuyla elini kolunu sallaya sallaya dolaşabileceğini dosta düşmana hatırlatmış oldu. İktidarın işçilerin üzerine amansızca gitmesi, çok sayıda işçinin tutuklanması ve inşaat sahasını neredeyse bir askeri çalışma kampına dönüştürülmesi hep bu hatırlatmadan duyulan korkuyla alakalıdır.
Siyasal iktidar önümüzdeki kış komünizm gelecek diye kaygılanıyor değildir elbet. Ancak bu kışın bir “hoşnutsuzluk kışına” dönüşme ihtimali, yani emeğiyle geçinenlerin yaygın ve toplu bir reaksiyonuyla karşı karşıya kalma olasılığı sarayı muhakkak tedirgin ediyor olmalı. İşçilerin en “masum” taleplerinin dahi sopayla karşılanması, mesele işçilerin eylemi olunca devletin “burjuvazinin yürütme komitesi” gibi davrandığını gizleme ya da makyajlama gereği dahi duymaması, hep bu tedirginliğin eseridir. Buna göre, emekçilerin bağımsız-kolektif eylemiyle ufacık dahi bir kazanım elde etmesi ihtimali, bu kazanımın muhtemel bulaşıcı etkisi, yani sınıfın toplamına vereceği özgüven ve cesaret dolayısıyla daha başında ezilmelidir.
Bu koşullarda inşaat işçilerinin eyleminin geniş bir ilgi ve sempatiyle karşılanması elbette sevindiricidir. Ancak bu ilgi, henüz iktidarınkine muadil açık seçik bir sınıf bilincinden ziyade Müslüm Gürses’in o veciz ifadesiyle “yakarsa dünyayı garipler yakar” şeklindeki muğlak bir duyarlılık düzeyindedir. Hürriyetle işçi tulumu arasındaki illiyet muhalefet saflarında henüz pro0gramatik bir önerme olmaktan çok uzaktır; belki bir sezgi ya da şekilsiz bir öngörü düzeyindedir. George Orwell’in “1984”ünün başkarakteri Winston Smith’in prolların (proles-proletarya) bir gün ayaklanıp Okyanusya’nın totaliter düzenini alaşağı edeceğine dair sezisi kadar belirsiz, mütereddit bir düşüncedir daha. Winston günlüğüne “eğer umut varsa bu prollardadır” diye yazar yazmasına ama proletaryanın dönüştürücü gücünün nasıl seferber edilebileceğine dair somut hiçbir şey önermez, öneremez. Rejim ancak prollar ayaklanırsa çözülecektir; ancak prollar bilinçleninceye kadar asla başkaldıramazlar ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler. Smith’in elinde bu kısır döngüden ve proletaryanın mesihvari potansiyeline dair soyut bir inançtan başka şey yoktur.
Kabul edelim elimizde şimdilik işçi sınıfının dönüştürücü olanaklarına ilişkin Winstonvari bir duyarlılıktan ötesi pek yoktur. Erdoğancı istibdadı mümkün kılan siyasal güç dengelerinin ancak sınıfsal- toplumsal güç dengelerinde emekçiler lehine bir kaymayla değiştirilebileceği bilinci zayıftır. Bunun yerine ana akım siyasal aktörler arası ittifaklara ve seçimler düzeyinde şekillenecek alternatiflere umut bağlanmaktadır. Yerel seçimler yaklaştıkça bu eğilimin nüks edeceğini, yeniden kolay zaferler peşine düşüleceğini tahmin etmek güç değil. Oysa istibdat rejimini ayakta tutan toplumsal güç dengelerinde sarsıcı bir dönüşümün eşliğinde olduğumuz açık. Kriz, Erdoğan’ı sahip olanlarla olmayanlar arasında bir mutlak hakem konumuna yükselten dengeyi alt üst etmeye adaydır. Bu koşullarda yapılacak en büyük hata, bir kez daha dar anlamda siyaset alanına odaklanan, sınıfsal muhtevası olmayan bir demokrasi söylemini tedavüle sokmakla yetinen bir muhalif tutumda ısrar etmek olacaktır.
İstibdat karşıtı herkesi birleştireceği öne sürülen “pan” ya da “mega” demokrasi cepheleri arayışının son seçimlerde nasıl bir hezimete yol açtığı sürekli akılda tutulmalı. Mevcut siyasal rejimin toplumsal temellerinde büyük bir sarsıntının eşiğindeyken bu tabanı istikrarsızlaştıracak süreklileşmiş bir siyasal faaliyetin örgütlenmesi artık ertelenemez bir görev halini almıştır. Emeğin itirazını yaygınlaştıracak, duyulur kılacak ve çoğaltacak bir “megafon”, yani emeğin acil çıkar ve talepleri etrafında birleşik ve çoğulcu bir mücadele zemini inşa edilmediği sürece dipteki o sarsıntıya, tıpkı zamanında “Metal Fırtına”da olduğu gibi hazırlıksız yakalanmak mukadderdir. O zaman da “Demir Ökçe”nin kendini berdevam kılmasından kimsenin şikayeti olmasın…