Bugün yaşadıklarımız yıllardır filmlerde izlediklerimizi aratmıyor. Ama koca felaket filmlerinde anlatılmayan fail, yaşlı bir adamın hikâyesinde net bir şekilde ortaya çıkıyor…
Koronavirüs sebebiyle dünya farklı bir evreden geçiyor. Bugüne kadar filmlerde gördüğümüz her şey ama her şey gerçekleşti. Önlem almayan politikacılar, açıklanmayan gerçekler, yürürken düşüp ölenler, yağmalanan marketler, evlerine kapanan insanlar, sınırlarını kapatan ülkeler, bilim insanlarının açıklamaları ve acil önlem talepleri… Evet, bunlar istemesek de o meşhur “tarihe tanıklık” günlerimiz. Bundan 5 ay önce anlatılsa film senaryosu deyip geçeceğimiz, komplo teorileri rafına kaldıracağımız türden bir şey. Film gibi ama değil!
Filmleri de yapıldı zamanında
Filmlerde gördüğümüz dünyanın sonu aslında en arkaik korkularımızdan bir tanesi. İnsan da her canlı gibi yaşamını sürdürmeye çalışıp üstüne de ‘sonunu getirdiği dünyayı’ kurtarmaya çalışır bu filmlerde. 2000 yılında Mayaların öngördüğü kıyamet, dev tsunaminin yerle yeksan ettiği kentler, canını kurtarmak için kaçan insanlar, çare bulmaya çalışanlar, savaşanlar… Bunlar sinema evrenine çok da uzak şeyler değil. Hepsi olmasa da filmlerde gördüklerimiz akıl sınırlarının çok dışında da değil. Tıpkı bugün yaşadıklarımız gibi. Ama akıl sınırlarının çok dışında olan bir şeyler var. O da yaşadığımız şeyin filmlerle karıştırılması. Olası bir küresel felakette senaristlerin insan davranışlarını belki de savaşlara ya da tarihteki pandemik olaylara bakarak tahmin etmeleri zor değil, bu onları ‘gizli’ bir bilginin sahibi ya da kâhin yapmıyor. Ama koronavirüs salgını söylenti düzeyinde çıktığı günden bu yana, virüsün laboratuvarda üretildiğine emin olan, dünya üzerinde (Sadece buraya özgü değil) milyon civarında insan bulabiliriz. Zira Yeni Şafak gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün ‘Bu virüs üretildi, filmleri de yapıldı zamanında’ demesi sadece ona has olamaz. Bu çok yaygın bir görüş. Elit kesimin sandığının aksine bu sadece ‘kıraathanelerde’ de konuşulmuyor. Kendi cenahları da bu senaryoların bizzat yayıcısı. Açıkçası sinemanın bu gücüne sevinsek mi üzülsek mi emin değilim…
Düşman kim?
Henüz devam eden virüse karşı aşı ya da ilaç bulunamadı. SARS CoV-2 ya da artık hepimizin bildiği adıyla Covid19 dünyanın orta yerine koca bir belirsizlik bırakmış durumda. Bireysel ve toplumsal herkesi ve her şeyi sınıyor: Sistem, eğitim, sağlık, ekonomi… Eğer dedikleri gibi bu bir biyolojik silahsa senaryoda ‘boşluk’ var. Kapitalizmin fena halde sarsıldığı bu dönemde, bunu herhalde ‘sistem karşıtı’ bir grup yapmış olmalı. Ki böyle bir şey olsa devletlerin ‘suçluyu’ tüm istihbarat örgütlerini birleştirip bulmaması tuhaf olmaz mı? Bu durum, film senaryosunun olmazsa olmazı çünkü tüm aksiyon burada! Peki, suçlu kim? Yaşadığımız şeyi filmler üzerinden anlamaya çalışalım. Bir Hollywood filminde olsak ilk akla gelen suçlu: Ruslar! Gerçek hayat: Hayır, vakalar orada da var, aynı önlemleri onlar da alıyor. Bir Çin filmi çekelim o zaman, suçlu: Amerika! Gerçek hayat: Hayır. Neredeyse sosyal bir devlet olma yoluna girecek kadar adım atıyor şu an salgını durdurmak için, ironik! O zaman Türkiye’den bir film gelsin, suçlu: İsrail çünkü ilaç yapıyor. Gerçek hayat: Hayır, o da değil. Yanlış hatırlamıyorsam 85 ilaç çalışması var dünyada. Aşı için de birçok ülke çalışıyor. Türkiye’yi henüz duymadık, o müfredattan Evrim’i ve bilimi çıkartmakla meşgul. Dolayısıyla Karagül’ün filmlerinin de yapıldığını söylediği senaryoyu, sinema diliyle anlamaya çalışınca ortaya kötü bir yapım çıkıyor. Oscar’a değil ama Altın Ahududu Ödülleri’ne (Sinemanın en kötüleri) gidecek bir film hem de! Bu elbette bu ülkeler ile kapitalizmin tarihinin daha kötü ve vahşi olaylara tanık ya da korkunç planlara gark olmadığı anlamına gelmiyor.
Tüm dünya liderleri masada…
Dünyanın toplu halde felakete sürüklendiği filmlere dönelim, burada düşman ve kahraman temel öğedir. Kahraman başta haklı olduğunu ‘kalın kafalı’ politikacılara anlatamaz (Evet biz de yaşadık bunu…) ama daha sonra politikacılar ‘düzelir’ ve dünya birlikte kurtarılır. Şu an da bir kurtarma çalışması var ama bu operasyon, sistemin salgından daha kötü olduğunu gösterdiği gibi daha çok sarsılan kapitalizmin yaralarını sarmak üzerinden şekilleniyor. Bunu en açıktan yapan ülke tabii ki de Türkiye. Acil önlem paketine ‘evde kalın’ deyip otel ve yurt içi uçak vergisini düşürdüğünü eklediğini ve de ev kredisini de sokuşturduğunu düşünürsek hele ki. Yine bu filmlere dönecek olursak, genellikle Amerika merkezli ortak bir dünya operasyonuna da tanık oluruz. Bazı filmlerde gönülsüz Çin ve Rusya bile katılır buna, asık suratlı askerlerin onayı ile. Bir odada uydu bağlantısı ile bir araya gelen liderler düğmeye basar ve mutlu son.
Suçlu aynı…
Şu anki tablo bize bunu vermiyor. Çünkü her ülke kendi kaderine kapanmış gibi görünüyor. Birçok ülke sınırlarını kapattı çünkü. Herkes kendi vatandaşlarını ve en başta ekonomisini korumaya çalışıyor. Yani tablo farklı. Burada da suçlu var ama deney başındaki kötü düşman değil. Bizzat sistemin kendisi. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Zira ‘felaket’ anlatmadan da bu sistemin bir gün böyle bir çöküş noktasına geleceğini anlatan bir film önereceğim. Ken Loach’un Ben Daniel Blake adlı filmi. İngiltere’de geçirdiği kalp krizi sonrası işsizlik maaşı alamayan bir adamın öyküsü. Çalışamaz raporuna rağmen ‘kolu kopmadığı’ için bürokrasinin ‘çalışabilir gördüğü’ yaşlı bir adam. Daniel’in bu bürokrasi ile mücadelesini anlatıyor işçi sınıfının yönetmeni Ken Loach.
Neo-liberalizmin ucuz iş gücü olarak çöreklendiği, insanı ve doğayı vahşice sömürdüğü Çin’de virüsün ortaya çıkmasına sebep olan ile son anda ‘sürü bağışıklığı’ teorisinden vazgeçen suçlu aynı. Felaket filmlerinin söylemekten kaçındığı ‘muallak düşmanı’ Ken Loach yaşlı bir adamın hikâyesinde gayet net anlatıyor: Kapitalizm…
Künye:
Yönetmen: Ken Loac
Oyuncular: Dave Johns, Hayley Squires
Süre: 101 dk Tür: Dram