‘Hamas bir terör örgütü mü değil mi?’
‘Hamas terörünü kınıyor musun?’
Türkiye’den Kürt hareketi kontekstinde aşina olduğumuz bu ‘ölüm-kalım’ sorularının, Batı iletişim kanallarında son iki aydır sıkça duyulur olması hayra alamet değil. Batı siyasal sistemlerine içkin sağcı güvenlikçi doktrin sopasının demokrasi örtüsü altından kendini göstermesi anlamında semptomatik. Bu tür soruların açıktan güvenlikçi bir devlet doktrini idaresindeki Türkiye’de yol açtığı sonuçlar göz önüne alındığında da kaygı verici. Yine de İsrail’in yürütmekte olduğu yıkım, kitlesel kıyım ve toplu cezalandırma pratikleri, Batı kamuoyu tarafından giderek artan şiddette protesto ediliyor. Bu ‘savaş’ vesilesiyle özellikle dünya solu, ateşkes ve barış talepleriyle Filistin davasını yeniden gündeme taşımak için mücadele ediyor ve sonuç da alıyor.
Bunun karşısında, Müslüman ülkelerin hiçbirinde “İsrail’in Gazze’deki sivil katliamını kınıyor musun?” sorusunu sorma gereği bile yok, çünkü “ama Hamas’ın da yaptığı kabullenilemez…” ibaresiyle başlayacak bir yanıtın bile korkunç sonuçlara yol açma riski herkesin malumu. Türkiyeli her yurttaşın da ‘Führerprinzip’ gereği, koro halinde İsrail’i kınayarak Hamas’ı destekleme çizgisinde vaziyet almış olduğu tartışma götürmez.
Müslüman ülkeler açısından ikili bir gözlemde bulunmak mümkün. Birincisi, bu ülkelerin çoğunda hakim olan otoriter rejimlerin Hamas ve Müslüman Kardeşler çizgisiyle sorunlu olmaları, yüzeyde gösterdikleri duyarlılığın ‘timsah gözyaşları’ niteliğinde olması sonucunu getiriyor. Türkiye’deki AKP rejimininse, krizi fırsata çevirme hevesiyle bir “kazan-kazan” sonucu peşinde olduğu (İsrail’le ticarete de Hamas’ın ‘büyük Müslüman biraderi’ ya da hamisi pozlarına da tam yol devam) gözleniyor. Müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturduğu ve hemen hepsi otoriter rejimlerle yönetilen ülkeler açısından ikinci bir gözlem de Arap sokağında yani Kahire, Şam ve Riyad’la birlikte İstanbul’da da tartışılanların resmi beyanlarla birebir örtüşmüyor olması. Özellikle de Ortadoğu ve Türkiye sol çevrelerinin tabanında Hamas olgusuna yönelik ‘yukarıdan’ oldukça farklı görüşler dile getirilip tartışılıyor.
Sol içinde Hamas konusunda birbiriyle bağlantılı iki meselenin özellikle sorgulandığı gözlemlenebilir. Birincisi, bu siyasal İslamcı hareket tarafından 7 Ekim günü sivillere yöneltilen şiddet ve katliamın meşruluğu. İkincisi ise, Filistin kurtuluş hareketiyle Hamas oluşumu arasında bir sürekliliğin mi yoksa kopuşun mu söz konusu olduğu. İki meseleye de Hamas’ın ve Filistin davasının ortak soy kütüğü araştırması sonucu bazı yanıtlar üretmek mümkün.
Hamas resmi olarak 1987’de, birinci İntifada’nın ortasında kuruldu. Kendisini Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Filistin kolu olarak ilan etti. Bundan önce 20. Yüzyılın başlarına uzanan ve özellikle Mısır İhvan’ıyla ortaklaşan bir tarihi var. Ama Gazze’de ve kısmen de Batı Şeria’daki görünür örgütsel kökleri, Müjama el İslamiye adlı bir hayır kuruluşunun 1973’te başlayan faaliyetlerine dayandırılabilir. 1979’da Gazze İslam Üniversitesi kuruldu ve İsrail üniversite sistemi tarafından kabul edildi. Hamas’ın İsrail devleti tarafından kurulduğu iddiaları bu kuruluşlara ve İhvan’ın Gazze’deki önderi Şeyh Ahmed Yasin’e verilen zımni İsrail desteğinden kaynaklanır. O yıllarda İsrail, seküler ve sol bir hareket olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), onun ana kanadını oluşturan El Fetih ve lideri Yaser Arafat’la savaş halindeydi ve bunları zayıflatacak bir akım olarak İslamcılığı teşvik ediyordu. Ama Hamas kurulmasını takiben 1989’da örgütün askeri kanadı El Kassam Tugayı’nın İsrail karşıtı silahlı mücadeleyi başlatmasından itibaren İsrail devletinin hoşgörüsü ya da yol vermesi biçimindeki durum ortadan kalktı. İsrail, Hamas’ı terör örgütü ilan etti ve alenen savaş başlattı.
Hamas, İsrail askeri personelini kaçırıp infaz ederek şiddet eylemlerine başladı. 1993’te El Fetih önderliğiyle İsrail hükümeti arasında başlayan barış sürecine karşı çıkarak eylemlerini sürdürdü. Yakın tarihte Selefi örgütler tarafından sıkça başvurulan intihar saldırıları ve canlı bomba eylemleri ilk kez Hamas tarafından İsrailli askeri ve sivil hedeflere karşı gerçekleştirildi. 1990’da gerçekleşen El Aksar katliamından beri Hamas, bütün Siyonistlere karşı cihat ilan etmiş bulunuyor. Kuruluş manifestosunda Yahudi devletinin yıkılması önemli bir yer tutuyor. Filistin’de bir Yahudi devletinin olması, Hamas’a göre haçlı zihniyetinin modern zamanlardaki tezahürü ve Ortaçağ’daki direnişin yeniden gösterilmesi gerekiyor. Filistin meselesi özünde, Yahudilerle Hıristiyanların İslam’a saldırdığı dinler arası bir savaş olarak görülüyor. Bu yanlarıyla El Kaide ve IŞİD gibi son yıllarda büyüyen İslamcı Selefi örgütlerle benzeştiği iddia edilebilir. Ama Hamas’ın İslam yorumu bunlara göre oldukça ılımlı ve mücadele alanının da Filistin’le sınırlı olduğunu vurguluyor. Ayrıca, Hamas’a destek olan İran’ın Suriye ve Irak’ta Selefi örgütlerle savaş halinde olan Şii paramiliter güçlerle ilişkisi göz önüne alındığında Hamas’la Selefi İslamcılar arasında bir bağ olduğunu savunmak oldukça zorlaşacaktır.
Hamas’ın Filistin kurtuluş hareketine dışarıdan eklemlenmeye çalışan ‘yabancı’ bir akım olduğu da özellikle seküler sol tarafından sıkça dile getiriliyor. Bu, kısmen doğru ama 1970’lerden itibaren özellikle Gazze’de oldukça popüler bir akım olduğu da bir gerçek. Hamas prensip olarak FKÖ’yle ve diğer Filistinli gruplarla çatışmama eğiliminde olduğunu, ‘ortak düşmana’ karşı mücadeleye yoğunlaşmak gerektiğini sürekli vurguluyor. Ama öte yandan egemenlik kurduğu bölgelerde İslami hayat tarzını dayattığı da biliniyor. Geçtiğimiz hafta siyasi önderlikten FKÖ’ye katılma yönünde de eğilim beyanında bulunuldu. Hamas’a Filistin kamuoyu içinden verilen destekte de 7 Ekim’den bu yana sürekli artış gözleniyor. Bu artışın bir nedeni, Hamas’ın direniş çizgisinde gösterdiği kararlılıksa bir diğeri de Mahmud Abbas önderliğindeki Filistin Yönetimi’nin içinde bulunduğu yozlaşmış ve işbirlikçi durumdur.
Ama bütün bu veriler, Filistin davasının yeni önderinin Hamas olduğunu düşünmek için yeterli değil. Filistin halkının ve siyasi tarihinin özgün nitelikleri dikkate alındığında, siyasal İslamcı bir akımın Filistin davasına önderlik etmesinin zorlukları da ortaya çıkıyor. Özellikle de siyasal İslamcı ideoloji içinde İsrail devletine mukavemetle Yahudi nefretinin birbirine bulanmış niteliği Filistin kültürü ve siyasal geleneği içinde güçlü bir karşılık bulma şansına sahip görünmüyor.