Aslında kitaba çok yukardan baktığımızda, evet, biz birbirimizin elini tuttuğumuzda çok kudretli gibi görünen, çok muazzam mekanizmaları olan güçleri alt edebiliriz, diyor bize. Onları alt edebiliriz ve evet, adaleti sağlayabiliriz
Reyhan Hacıoğlu
En son “Yedinci Günün Sabahında” kitabında bir annenin savaşta ölen oğlu için ördüğü battaniyeyi birlikte örtmüştük mezarına… 3 yıl önceydi. Ve şimdi işçiler, emekçiler, kadınlar, mülteciler, kâğıt toplayıcıları, Afganlar, Kürtler, ölüler ve bütün ötekilerle birlikte Feride isimli kadın için buluşacaktık. Yağmur yağdı, çatı aktı, toplantı vardı derken nihayet benim de adımın geçtiği yeni kitabı için buluştuk yılların gazetecisi Ender Abi’yle.
“Ben Feride Bu Benim Sesim” diyerek başlıyor kitabı ve her sayfasında sizi de içine çekerek ilerliyor. Okumak ayrı güzel zaten ama bir de yazanın derdi nedir, anlamak için ben sordum, Ender hoca cevapladı. Hava yağmurluydu ve akşamüstüydü; tam da Feride’nin kitaptan çıktığı gece gibi.
- Bu hikâye neden çıktı, Feride kim?
Aslında Feride yayınlanmış bir öyküydü. O öyküde Feride’yi biz iskelede çaresiz bir halde bırakmıştık. Ama sonra bu karakterle kendi arama mesafe koyamadım açıkçası. Orada kalması, -okura garip görünebilir ama- bana rahatsız edici geldi. Yürümeye başladı öykü. Sonra Feride başka karakterleri çağırmaya başladı. Feride’yi hayatta tutmak için yeni karakter ve yeni kapılar eklenmeye başlandı. Zor bir yazım tarzı bu. Her karakterin kendi hikâyesi var ama her seferinde laf dönüp dolaşıp Feride’ye geliyor. Odak noktası değişmiyor.
Ha, çok mu gerçekçi bir hikâye? Bilmiyorum. Aşırı gerçekçi bir hikâye yazsaydık Feride’nin 10. bölümde öldürülmesi lazımdı herhalde.
- Mümkün mü yani Feride’nin yaptığı?
Tabii ki mümkün… Hep buna inanırım, net! İkincisi, bu bir tercih, benim tercihim. Ötekilerin, ezilenlerin, hor görülenlerin paspas edildiği hikâyeleri sinemada, romanda yeterince görüyoruz zaten. Ben niye karanlık bir hikâye yazayım ki, zaten ortalık karanlıkken? Neden hep yenildiğimiz bir hikâyeyi tercih edeyim? Saf iyilik de yok zaten hikâyede; bir mahalle anlatılıyor mesela ama övülmüyor, berbat bir yer aslında. Biz oradaki bir avuç insandan bahsediyoruz. Çoğunluğu niye anlatayım? Sinemada, romanda çoğunluğun tepemize bindiği hikâyeler hepimizi bezdirdi artık. Bu anlamda gerçekçiliği filan hiç umurumda değil.
Belki okuyucuya saçma gelebilir ama ben Feride’yi engellemeye de çalıştım biliyor musun? Yani, bu noktaya gelmesin diye. Kendisi de 5-6 kere vazgeçiyor. Çünkü zayıf, çünkü çok yalnız. Belli bir noktaya kadar alıp başını gitmek istiyor aslında ama bir karakterin dediği gibi: “üstüne gidildiğinde, köşeye sıkıştırıldığında” bir insanın yapamayacağı şey yok. O yüzden diyorum; evet, yaptığı şey mümkündür. Yeterince delirirsen her şey mümkündür.
- Neden sende ‘ötekiler’ var hep ve neden hepsi yoksul.
Çünkü bir devrimci olarak o insanların mücadelesinin içinden geldim. Ayrıca çok uzun yıllardır o insanların haberini yapıyoruz. Yoğun gözlemlerim var. Cezaevinde de adliler arasında çok kaldım. Anlatılan mahallede de yaşadım, orada hepimiz yaşadık belki de. Ezilen sınıfların yazılmaya değer çok hikâyeleri var. Yazanı az. Problem orada. Bak, bazen bir belediye otobüsünde, karşındaki insanlar sana “sıradan” görünür. Hayatlarında hiçbir trajedi yokmuş gibidir sanki. Ama evde ne yaşandığını bilmeyiz, hayatları nasıldır bilmeyiz. Yani hikâye dokunmadığımız yerdedir aslında.
- O karakteri niye tercih ettin? Bir işlev yüklemek mi?
Öyle yürümüyor o iş. Ben bir karakter bulayım da şu sorunu anlatsın demiyorsun. Ama belli bir noktadan itibaren o rotaya giriyor. Özellikle ev işçisi kadınların yaşadıkları üzerine çok az bilgimiz vardır genelde. Çünkü konuşmazlar çok. Maaş filan değil mesele. Nadira (Kadirova) öldürülene kadar varlığını bilemezdik örneğin. Evlerinde çalıştıkları insanlar güçlüdür, korkutucudur. Poliste, adliyede, her yerde daha avantajlıdırlar; yani kim bir “hizmetçi”ye inanır ki? Bak ben kendim yaşadım bunu. Abime son aylarında Türkmenistanlı bir adam baktı. Çok da iyi bir adam. Ama düşün, parasını vermesem ne yapabilirdi bana? Ağzını burnunu kırsam, bu adam ne yapabilirdi? Hiçbir şey! Oturma izni yok, çalışma izni yok, hiçbir kaydı yok adamın. Daha önceki kadın bakıcı ise düşün ki Türkmenistan’da Rus Dili ve Edebiyatı öğretmeniymiş. Kadınla mutfakta Çehov konuşuyoruz ya, düşünsene. Ama hukuken bir hiç. Asıl hikâyesi yazılması gereken onlar. Gulnora gibi…
- Gulnora demişken, çalıştığı ev, Memduh, Şanver… Biraz hepimizin tanıdığı kişiler sanki…
Hikâyenin başındaki suç ile ilgili vatandaşın adı sanı o kadar önemli değil ama evet, güçlü biri, karmaşık ilişkileri var. Kontrgerilla albaylarından mafyaya kadar… Böyle bir güce karşı başarılı olmak mümkün mü dedin ya bir ara. Evet mümkün. Yeniden tekrarlıyorum; delirerek akıllanmışsan, evet. Şöyle; bir haksızlıkla karşılaşınca hepimiz önce isyan ederiz ama karşı taraf çok kudretliyse Feride’nin yaptığı gibi, lanet olsun, alıp başımı gideyim de diyebiliriz. Ama bunun bir sınırı var. O sınır aşılınca, başka bir şey ortaya çıkıyor Feride’de. Bende, sende çıkar mı bilmem, bilmek de zordur bunu. Ama çıkınca inanılmaz ‘askeri yetenekler’ kuşanabilirsin inan. Onu bilir onu söylerim ben.
Mesela gazetedeki köşesinde Arif Mostarlı anlatmıştı bir defa. 1981’de Almanya’da Marianne Bachmeier, 7 yaşındaki kızına tecavüz edip boğarak öldüren bir erkeği mahkeme salonuna gizlice soktuğu silahla vurmuş ve kendi adaletini sağlamıştı. Kızını öldürdüğü için değil, mahkemede sırıtıp durduğu ve kızını aşağıladığı için vurduğunu söylemişti. Doğrudur yanlıştır, ben karışmam ona ama zaten dikkat ettiysen Feride de kimseye bir şey önermiyor.
- Evet, Feride bir önermede bulunmuyor ama insan şunu soruyor; Sokağın bir adaleti var mı?
Var ve olmalı… Çok tartışmasız bir konu.
Başka karakterler de var. Biraz da onları konuşmak istiyorum. Mülteci bir Afgan var ve insan bir ‘sahipsizlik’ duygusu yaşıyor onunla. İşçiler, kâğıt toplayıcıları var. Her birinin bir hikâyesi var. Görünmeyen insanlar…
Atık işçileriyle yaptığın o röportajı hatırlıyor musun? “Kimse bizi görmek istemiyor” demişlerdi.
- Eveet. Hatırladım. Bizim de hatamız, bizim de ‘görmediklerimiz’ var.
Bir kesim zaten toplumun, özellikle orta sınıfların görmek istemediği ya da görüp de görmediği karakterler. Bir “hizmetçi” bizim hayatlarımızda yoksa, ki yok, onların neler yaşadıkları hakkında bir bilgimiz de olmuyor. Kâğıt toplayıcıları nerede yaşarlar, nasıl bir hayatları vardır, bilmeyiz. Afganlar denince, “defolup gitsinler” diyoruz zaten. Ama hikâyeleri anlatılması gereken insanlar bunlar. Jack London, Büyük Buhran yıllarında dilencilerin, serserilerin arasında yaşıyordu onları yazmak için. Öyle bir yazarlık zayıf bizde. Almanya’da bir örneği var. Günter Wallraff. Bir Alman gazeteci. “Türkiyeli işçi” olarak uzun süre yaşadı ve “En Alttakiler” kitabını yazdı. Ödüller kazandı ve kitap hâlâ okunur. Yani öyle bir yazarlığımız çok zayıf bizim. Bütün olarak zayıf. Gazetecilikte de böyle. Demeç almayı daha çok seviyoruz.
- Karakterler demişken, ‘siyasi abiler’ var. Ve Feride’ye bir şekilde yardım da ediyorlar, koruyorlar.
Bir dakika, onlara “siyasi abi” demeyelim bir defa. Asıl “siyasi abiler”, mahallenin kahvesinde dedikodu üretip, Feride’yi tecrit edenler! Onları geçiyoruz. Bizim anlattığımız karakterler diğerleri. Ve sadece sınıfsal, siyasal konumlarından dolayı değil Feride’ye yardımları. Dikkat ettiysen içsel bir takım başka bağlantıları var. Biri Dilan’ın ilkokul arkadaşı, biri Feride’nin geçmişinde yer tutuyor, bir başkası Dilan’ın sevgili olduğu zannedilen biri… Ama romanın asıl kahramanı Murat bence!
- Onu sona saklamıştım aslında. Murat kim? Neden var kitapta? Neden var ama yok.
Murat romanda fiziki olarak hiç yok, hatta büyük olasılıkla zaten ölmüş. Ama saygı duyulan ve insanların hayatlarına değmiş biri, her adımda hissediyoruz. Murat hepsinin hayatında var ama hikâyede yok. Hatta belki de çok çok yukarıdan bakarsan iki kutup var kitapta: Murat ve Selim. İkisi de fiziken yok hikâyede ama iki sınıf, iki cephe olarak varlar. Diğer yandan Murat, bütün saygınlığına karşın bir erkek olarak dibine hiç ışık vermemiş. Ablasına çok bir faydası olmamış… Hani bir yerde ablasına mesajı var ya, “Güçlü bir kadın olmalısın” diye. He! Nasıl güçlü olacak Feride? Sen bırakmış gitmişsin. Tamam, sıkışmışsın, başka bir mücadele alanına gitmişsin ama geride koca bir boşluk kalmış. Evet, olaylar güçlü bir kadını yaratıyor ama bunda Murat’ın bir katkısı yok artık.
- En zevkli kısma geldim… Ben! Bir gazeteci var, adı da Reyhan. Bu, gazeteciliğe bir selam mı?
Aslında başlangıçta teknik bir sebebi vardı bunun. Yani Feride’nin derdini birine anlatması gerekiyordu ki hikâye yürüsün. Bir ses kayıt cihazına konuşuyor ve o cihaz için bir gazeteci ihtiyacı var…
- Boşluk doldurmak için mi beni koydun!
Yok, hikâye gelişti aslında ve gazeteci bir boşluk doldurmanın ötesine geçti. Çünkü insan gazetecilikte kendi yaşadıklarını hatırlıyor. Özellikle ajansın olmadığı dönemden bahsediyorum. Biz böyle hikâyeler dinledik. Örneğin ben Güçlükonak Katliamı’nın olduğu gece gazetede nöbetçiydim ve hiç Kürtçe bilmiyordum. O köylerden biri aradı, Kürtçe bilen birini buldum hemen ama hiç Kürtçe bilmediğim halde şunu anladım: “Devlet yaptı!” diye bağırıyordu adam. Yani gelip anlatırlardı insanlar dertlerini ve haber böyle ortaya çıkardı.
- Neden tutuklandı peki Reyhan?
E, bizim de hikâyemiz böyle canım! Bugün buradayız yarın cezaevinde. Bazı yönetmenler bir sahnede kendisi de oynuyor ya. Biraz öyle. Gazetecilik mesleğine bir selamdın sen.
- Bir de ciddi bir kadın dayanışması var…
Aslında Feride’ye bir şekilde yardım edenlerin de, Halit ya da diğerleri gibi, kadınlarla ilişkileri üzerinden gelişiyor dayanışması. Toplamda bir kadın çerçevesi var sürecin. Ama bence asıl Perihan en kaliteli karakter. Feleğin çemberinden geçmiş ve kadın bakışıyla bakan biri. Bir erkek olarak benim söz kurmam belki doğru olmaz ama romandan değil, yaşadıklarımdan hareketle söyleyebilirim, kadınların böyle bir özelliği var. Daha fazla riske girici, daha fazla dayanışmacı bir özellikleri var her zaman.
- Başladığım soruyla bitireyim. Birçok karakter çıktı karşımıza kitap boyunca. Bir adalet arayışı, bir değişim, bir dönüşüm… Birlikte daha mı güçlüyüz? Bunu mu anlamalıyız?
Aslında kitaba çok yukardan baktığımızda, evet, biz birbirimizin elini tuttuğumuzda çok kudretli gibi görünen, çok muazzam mekanizmaları olan güçleri alt edebiliriz, diyor bize. Alt edebiliriz ve evet, adaleti sağlayabiliriz. Bu ikisini yapabileceğimizi söylüyor. Memlekette şu çok yaygınlaştı. Siyasi eleştiri karıştırayım buraya biraz; herkes komplo teorisyeni oldu. Büyük güçlerin, Amerika, İsrail, İran, MİT ya da şu gibi yani, herkesi parmaklarında oynattığına, zayıf insanların, alttaki insanların iradesinin ve zekâsının sıfır olduğuna iman eden bir zihin çıktı ortaya. En son bir yazımda bahsetmiştim. Mahir Çayan bugün çıkıp İsrail başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırsa, yemin ediyorum ertesi gün sanal medyada ne İran ajanlığı, ne ‘FETÖCÜ’lüğü kalır; hatta “ya bunu nasıl yapabilmiş” diyerek bu olayın içinde MİT’in olduğu filan bile iddia edilebilir. Çünkü insanların zihninde alt sınıftan insanların, devrimcilerin, sosyalistlerin hiçbir zekâsının ve iradesinin olmayacağı bir tabu haline geldi. Her şeyi yukarıdan yönetiyorlar! İnan ki bana bir işçi direnişinde bile böyle, bazıları helal olsun derken bazıları “Lan patrona karşı ne yapılabilirler” diyor! Ama Feride ne diyor, işin sonunda: “Ne oldu? Ulaşılamaz sanıyordun kendini değil mi? Ama bak, başında dikiliyorum.” İnce Memed’in bir gece Abdi Ağa’nın yatağının başında zuhur edip söyledikleri de benzerdir. İkisinin de söylediklerinin argo özeti şu: N’oooldu?
Özetle, bizler, zayıf olduğunu zanneden insanlar, istediklerinde, yeterince zekice davrandıklarında ve bir iradeye sahip olduklarında çok güçlü zannedilen, çok ulaşılmaz zannedilen, yenilgiye uğratılmaz zannedilenleri yenebilirler. Mesele bu!
*
“Allahtan bir önermen yoktu!” diyerek takılıyorum ve bu keyifli sohbeti bitiriyoruz. Bir daha başka kitapta denk gelir miyiz bilmem ama bende geriye kalan, insanın okuyunca kendini bulduğu, bulacağı, bizden biri olan Feride hissi. Önceki kitaplarındaki gibi yine bizi yazmış Ender Öndeş.