Françoise Vergès ile ‘Dekolonyal bir feminizm’adlı kitabı üzerine
Irkçılık karşıtı, feminist aktivist Françoise Vergès, 2019 yılında çıkan ‘Dekolonyal bir feminizm’ adlı kitabında, evrensel Güney kadın mücadelesinden itibaren, ‘ırksal kapitalizmin’ radikal bir eleştirisini gözler önüne seriyor. Rosa Moussaoui tarafından gerçekleştirilen ve l’Humanite dergisinde yayımlanan söyleşiyi sizler için çevirdik.
Rosa Moussaoui: Bu kitapta, ‘ırksallaştırılmış’ kadınlar olarak adlandırdığınız kadınların mücadelelerini, evrensel bir kurtuluş politikası tanımına katkısını vurgulayarak değerlendirmeye alıyorsunuz. Kurtuluş hareketleri; köleliği ve ticareti meşrulaştırmak için yeni doğan kapitalizm tarafından pekiştirilen bu ‘ırk’ kategorisini tekrardan ele alarak ne kazanıyor? Arka planda, sınıf aidiyetinden uzaklaştıran ve damgalayan, ‘ırksallaştırılmış’ tespitinizden başka bir tanım düşünebilir miyiz?
Françoise Vergès: Ben burada, kapitalizmin ırksal olduğu tezine yakınım. Kapitalizm, çıkışından itibaren, kendi içerisinde ırksallaştırma süreçlerini barındırıyor. Doğuşundan itibaren bu sistem, grupları ırksallaştırmaya ve insanları ayrıştırmaya teşebbüs eder. Afro-Amerikan teorisyen Cedric Robinson’a göre, ırksallaştırılmış ilk gruplar Avrupa Yahudileri’ydi. Kölelik öncesi ırksallaştırma vardı dolayısıyla. Ama sömürgeci kölelik ve ticaretle beraber, bu ırksallaştırma süreçleri pekişti, aynı zamanda küresel bir boyuta büründü. Bu ırksallaştırma süreçleri aralıksız şekilde kendini yeniledi. Fransa’da, bugün, Romanlar bunun nesnesi. Sıradaki kimler olacak bilmiyorum, ama olacak. Denizaşırı bölgelerde bile çalışıyorlar: Réunion Adası’nda Madagaskarlı ve Komorlar’la; Antiller’de Haitililer ya da Dominikliler’le.
Bu gruplar aynı mekanizma içerisinde, proleterleştiriliyor ve ırksallaştırılıyorlar; burada tahakküm biçimleri birbiriyle örtüşüyor ve birleşiyor. Kapitalist emek piyasasında bunlar, aslında ırksallaştırılmış, en düşük statüdeki, ikinci derece işçiler. Ayrıca, bu ırksallaştırma tümüyle beyazlara da dokunabilir. İrlandalılar örneğini ele alalım. Tarihsel olarak İngilizler tarafindan ırksallaştırıldılar. Birleşik Devletler’de, göçmenlik konusunda halen ırkçılıkla karşı karşıyalar: New York’ta bazı kafe girişlerindeki pankartlar üzerinde şöyle yazıyor: ‘köpekler ve İrlandalılar giremez’.
‘Beyazlar’a dönüşmek isteyenler, siyah-karşıtı ırkçılığı kabul ederek onlara dönüşeceklerdir. Ne renklere ne de kimliklere tam olarak dayanmayan bu süreçler, kapitalist sistemde sömürülenleri bölebilir. Irksallaştırılmış olmak, vatandaşlığın, insanlığın resmi şekilde reddedilmesidir. Prekarleşmenin, proleterleşmenin inşası, cinsiyete bağlı eşitsizliklerde ve ayrımcılıklarda olduğu gibi, sırtını bu ırksallaştırmaya dayar. Bunlar, ataerkiyi, kapitalizmi, devleti aynı anda içeren sürekli üretimlerdir.
Politik alan, mücadeleler ve ideolojik fikir terimleriyle çevrili olarak tanımladığınız ‘dekolonyal feminizm’, ‘medeniyetsel feminizm’ olarak tanımladığınızla radikal bir kopuş içerisinde bulunuyor. Feminist gelenek, önerdiğiniz gibi neoliberal adalet, hatta aşırı sağdan bugün nasıl kurtarılabilecek?
On beş yıl öncesine kadar kendini feminist olarak adlandırmak tehlikeliydi. Feminist olmak, lezbiyen, histerik ve erkek düşmanı kadın olmakla ilişkilendiriliyordu. Bugün aşırı sol bir militan, feminizmi rahatça üstelenebiliyor. Bu değişim, sanıyorum ki, evrensel büyük bir ideolojik hareketin parçası. Çok erkenden, Fransa, Avrupa ve Batı’da, sömürgecilik karşıtlığına bir tepki oluştu. Sol ile bağlantılı özellikler taşıyan bu tepki, daha sonra yavaşça yayıldı. Bu harekette, sömürgeci himayeden kurtulmuş halklar, tüm eksiklikleriyle allanıp pullandı: kadınlar örtünerek eve yollandılar, dine dönüldü, geylere baskı yapıldı…
Dekolonizasyonu bir başarısızlık, uygarlaşmanın gerilemesi gibi sunmaları gerekiyordu. Amaç: 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyayı derinden dönüştürmüş bu büyük özgürlük hareketini gözden düşürmek. Şüphesiz, Batı’nın, kendi bonkörlüğü içerisinde, bu özgürlük atılımını kabul ettiği söyleniyor, ama sonuç ortada: dekolonizasyon, kadın haklarının ve bireysel özgürlüklerin gerilemesiyle eş anlamlıdır, sadece Avrupa demokrasileri kadınların özgürlükleri için çalışabilirler. Kuzeyli feministler, bu tarz bir söylemi onaylayarak bu takıma yanaştılar. Öyle olunca, bu yorumlar, dekolonizasyon mücadelesine çok erken katılmış, sadece soyut, kişisel hakları kazanmak arzusuyla değil, sosyal adalet ve kolektif kurtuluş için güçlü bir istekle hareket etmiş Güneyli feministlerin politik katkılarını ve mücadelelerini yok ediyor.
1930’lu yıllardan itibaren, Amerikan komünist parti üyesi siyah Karayipli Claudia Jones gibi feministler, cinsiyet, sınıf, ırk üzerine kurulmuş üçlü baskıyı tanımladılar ve bununla savaştılar. Bu figürleri, bu kurtuluş hareketlerini gizlemek gerekiyordu, Batı’nın, Avrupa’nın üstünlüğünün bekası söz konusuydu. Vietnam’da Amerikalılar’ın bozgununu, Cezayir’de Fransızlar’ın yenilgisini unutturmak gerekiyordu, sonra da, neoliberal saldırı ile, Güney ve Kuzey’in devrimci hareketleri arasındaki ittifakla mümkün kılınan üçüncü bir dünyayı, Tricontinentale1 tarafından taşınan umudu gömmek gerekiyordu.
Avrupa’da 1980’li yıllarda, anti-sömürgecilik, bu ideolojik saldırıların tek hedef tahtası değildi. Aynı hareket içerisinde, Komün çöpe atıldı, Fransız Devrimi giyotine indirgendi, Ekim Devrimi Gulag’la2 özdeşleşti. Bu bağlamda, Fransız feministler, hepsi değil, emperyalizm ve neoliberalizmin sağlam müttefiki diye adlandırdığım uygar feminizmin tarafı oldular.
Feminist mücadelenin, aynı hareket içerisinde, devlet, sermaye, ataerki ile yüzleşmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Dolayısıyla ‘çok boyutlu’ bir yaklaşımı savunuyorsunuz. Ne anlama geliyor bu?
Kölelik üzerine çalışırken, bu sistemin zulmü, hoyratlığı, zincirleri üzerindeki ısrarın, idrakı zayıflattığını fark ettim. Böyle bir yaklaşım, durumu zora sokar, örneğin, ekosistemin ve kırsal bölgelerin tahribi, büyük tarım işletmeleri ekonomisi tarafından teşvik ediliyor. Bu sadece üretimi dönüştürmüyor, tarzı, normu, konformizmi de üretiyor. Şekeri, kahveyi, kakaoyu, tütünü sevmeye başlayan Avrupalıların zevklerini dönüştürüyor.
Belirlenmiş bir monokültürde her sömürgenin saptamasıyla (Senegal’de yerfıstığı, Hindiçin’de pirinç), yeni bir dünya organizasyonu şekilleniyor. Çok boyutlu yaklaşım, bu yerel, bölgesel ve evrensel ölçekleri, aynı zamanda bir durumdan, olaydan bireyden yola çıkarak, tüm baskılarını zincirlerinden çekebilmeyi hesaba katıyor. Paris’teki Kuzey Garı’ndaki temizlik işçisi kadının durumunu ele alalım. Onun durumu, göç, evrak işleri, ulaşım, konut, cinsiyet, temizlik işçilerinin görünmezliği sorunlarının hepsini barındırıyor. Kuşkusuz maaş sorunu elzem olsa da, sadece düşük ücret sorununu ele almak bu noktada indirgeyici olacaktır. Çok boyutlu yaklaşım, konular arasındaki ayrımı reddeder, kapitalizmin evrensel özelliğini hesaba katar, devlet mantığı ve kapitalistlerin mantığı arasındaki bağlantıyı analiz etmeyi sağlar. Bu çok boyutlu yaklaşım; otoriter rejimler ve neoliberalizm arasındaki ittifağın kadınları, quirleri, yerlileri, kurtulması gereken ya da gerekmeyen tüm grupları hedef aldığı bir dönemde gereklidir.
Birkaç seneden beridir, evrensel Güney kadın mücadeleleri bir görünürlüğe kavuşmakta ve kadınların haklarını savunmanın ötesine geçerek politik sorular sormakta. Latin Amerika’da, kadın katliamına karşı güçlü hareket, toprak hakkı için yerli halkların mücadeleleriyle bir noktada birleşiyor. Hindistan’da, kadınlar, cinsel saldırıya karşı sadece eril tahakkümün suistimali üzerinden değil, mülksüzleştirme ve düzen bağı politikası üzerinden de ayağa kalktı. Avrupa’da, polis şiddetine karşı mücadelede feminen figürlerin kapladıkları yerden, hatta lüks otellerdeki otel çalışanlarının grevlerinden de bahsedebiliriz. Ben bunu, kurtuluşun tüm davasını kucaklayan bir feminizmin dışavurumu olarak görüyorum. Bu mücadeleler, tek bir hareket içerisinde, ataerkil, kapitalist, sömürgeci düzeni sorguladı. Şiddetli tepkilerin ortaya çıkmasının sebebi budur: Brezilyalı militan Marielle Franco’nun katledilmesi mesela.
Karşısında durduğunuz ‘kurumsal ırkçılık’ nasıl açığa çıktı?
Fransa, asla kurumlarının dekolonizasyonuna gerçekten girişmedi. Nasıl ki Vichy3i görevlileri devlet çarkında kaldıysa, Cezayir, Kamerun, Madagaskar’daki katliamların sömürgeci sorumluları da orada kaldı. Devlet için konu, ırksallaştırdığı grupların ve toplulukların yönetiminde sömürgecilerin bilgisine başvurmaktı. Bu sadece bireylerle ilgili değil. Aynı yapı, Fransa’daki devlet teşkilatı, sömürgeci kalıtların izleriyle dolu. Tüm devlet kurumları -polis, ordu, adalet, okul, üniversite-, ten rengi anlamında değil, terimin ideolojik anlamında ‘beyaz’ hiyerarşik yapıları yeniden üretiyor.
Eğer bu kurumsal ırkçılık bu kadar köklü ise, neoliberalizm çağındaki devletin, sermayenin özümseme kapasitesi; geliştirdiğiniz çeşitlilik politikaları, tolerans ve de ‘dekolonyal’ politikalar nereye oturtulur?
Bu toparlanma kapasitesi her şeyden önce kapitalizmin kapasitesidir. Devlet söz konusu olduğunda bu kapasite daha az aşikardır. Bu özümseme olayı ve onu ayırt edici kılan çabukluk bizleri düşündürtmelidir. İhtiyaçlar, istekler hemen saptanıyor, analiz ediliyor, uygulamalara dönüştürülüyor, tüm fikirleri dışlayan bir tüketim güdüsü faaliyete geçiriliyor. Burada direnmek için özyönetim formlarını sabırla yeniden inşa etmek gerekiyor. ‘Feminizm’ terimi bu toparlanma hareketi içerisinde küçük düşürüldü. İşçilerini sömüren ve vergi kaçakçılığına katkıda bulunan çok uluslu bir şirket yöneticisi, bugün bu konuda gayet ortalığı velveleye verebiliyor. Bundan ötürü feminizme ırkçılık karşıtlığını, antikapitalist ve antiemperyalist boyutlarındaki netliğini kazandırmak zaruridir. Bu bir tutum, zararsız ve uzlaşmacı bir sözleşme değildir.
Sistemin varlığını sağlamlaştırmak için alevlendirebileceği şiddet karşısında mücadelenin; neşeli, yaratıcı, batılı olmayan hayallerde ikna edilebilir olması gerektiğini söylüyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz burada?
Savaşmak, zor çatışma anlarını yaşamaktır. Ama aynı zamanda arkadaşlık kurmak, duygulu bağlar dokumak, yoldaşlara vefa duymak, onlarla aniden dayanışma ihtiyacı hissetmektir. Eğer kapitalizm bölüyor, bireyselleştiriyor, geriye itiyorsa; o halde bizler, bu hassas boyutu militan tecrübeye taşımalıyız. Tecritten çıkış, zaten kendinde bir mücadele olayıdır. Maronaj (marronnage) (4) örneğini veriyorum, sömürgeden kaçmak için firar etmede sağlam bir direniş formu. Özerk yerli kabilelerde ya da savunma bölgelerinde (5) maronajın çağdaş formlarını görüyorum. Bu politik tecrübeler, gündelik pratiklerde büyük değişim stratejilerinin kurulmasını beklemeden, somut alternatifler kurmak için çare olma imkanı sunuyor.
1 3 Ocak 1966’da, Havana-Küba’da başlatılan, Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarıyla dayanışma konferansı.
2 Sovyetler Birliği hükümetinin çalışma kampları.
3 İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın işgaliyle Fransa’nın Vichy kentinde kurulan ve 1940 ile 44 arası hüküm süren Almanya’ya bağlı devlet. 4 Kölelikten kaçarak kurtulma.
5 Zones à défendre (ZAD).
* Çeviri: Şilan Bingöl