AKP’nin en büyük başarısı kendi karşıtlarını ırkçılık, nefret dili ve militarizm ekseninde kendine benzetebilmiş olması ve bir kriz anında tepkilerin odağından sıyrılarak mazlumları zalim gösterme becerisinde yatıyor
Dünya eklojik ve politik olarak büyük çöküş yaşıyor. Sel, yangın, virüs vb. felaketlerin yanında despotik, distopik siyaset anlayışları köygöçüren otu gibi dünyaya yayılıyor. “Doğal felaket”lerin çokta doğal olmadığını, doğa talanına dayalı kapitalist üretim biçiminin ekolojiyi altüst ettiğini kabul etmek zorundayız. Bülent Şık’ın deyimiyle “ekolojik bir krizin başlangıcında değil, tam ortasındayız.” Türkiye ve onu yöneten sonradan görme istilacı Saray Rejiminin fütursuzca giriştiği betonlaşma, maden sahalarının genişletilmesi, akarsu ve göllerin yağmalanması dünya genelindeki ekolojik yıkımdan üç adım önde gidiyor.
AKP, çarpık kentleşmeye karşı çıkan meslek ve kitle örgütleri düşman olarak kodladı. Meslek örgütleri, STÖ’ler, uzmanlar ve akademisyenlerin hazırladığı onlarca rapor, uyarı ve eylem görmezden gelindi. Derelerin ıslah edilmesi adı altında yürütülen HES projelerini durdurmak isteyenler dövüldü, tutuklandı. Metin Lokumcu, HES’e karşı yapılan eylem sırasında can verdi. Elazığ ve İzmir depremleri aslında, çarpık şehirleşmenin sonuçlarının ve AKP’nin kurtarma ve yardım sürecindeki beceriksizliğinin ilk sinyallerini vermişti. 2020’de başlayan pandemi sürecinde ve 2021 yazı boyunca devam eden yangınlar, sel baskınları vb… doğal afetlerde AKP’nin devlet dediği şeyin hem arama kurtarma, hem yangın söndürme hem de koordinasyon alanında devlet olmaya çalışmadığını gördük. Felaketler sonrası ortaya çıkan kurumların çürümüşlüğü gerçeği can ve mal kaybını arttırdı. Yani, Saray Rejimi sadece kurtarma çalışmalarında çuvallamadı, yangın ve sellerin yıkıcılığını büyütecek politikalar izledi. Son olarak Batı Karadeniz’de sel felaketinin “senaristliğini, başrol oyunculuğunu ve yönetmenliğini” Saray Rejimi yaptı. Koca koca tomruklarının arasında sürüklenen onlarca ceset görüntüsü keşke AKP partizanlığının değişik aşamalarının sonucu değil de bir korku filminin sonu olsaydı.
Ankara Altındağ ilçesinde bir gün önceden göçmenlere karşı hazırlıkları yapılan pogrom, polisin ırkçı faşistlere yönelik şefkatli yaklaşımı sonucunda büyüdü. Onlarca ev yakıldı, dükkânlar yağmalandı. Şam’da namaz kılma hayalleriyle başlatılan Suriye Savaşı milyonlarca sığınmacının kontrolsüz biçimde Türkiye’ye gelmesiyle sonuçlandı. AKP sadece ülke içinde değil, Afrin örneğinde olduğu gibi yüzbinlerce insanı yerinden, yurdunda etti. ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi sonucunda başlayan yeni göç dalgasını Saray Rejimi “açık sınır” uygulamasıyla teşvik etti. Rejimin Suriye’ye yönelik savaş tezkeresine “evet” diyen sistem muhalefeti savaş isteyen ama göçmen istemeyen çarpık bir zihniyetle göçmen düşmanlığı politikası yürütüyor. Savaşa karşı çıkan, savaş tezkeresine hayır diyen ve kontrolsüz göç politikasını eleştirenler “göçmen düşmanlığını durdurun” çağrısı yaptığı anda “al evinde besle” ırkçı argümanıyla taşlanıyor.
AKP’nin en büyük başarısı kendi karşıtlarını ırkçılık, nefret dili ve militarizm ekseninde kendine benzetebilmiş olması ve bir kriz anında tepkilerin odağından sıyrılarak mazlumları zalim gösterme becerisinde yatıyor. Orman yangınlarını önlemeyen, söndürmeyen AKP’nin değil de HDP’nin hedef haline getirilebilmesi, deprem sonrası ortaya çıkan beceriksizliğin “milli birlik ruhu” teranesiyle unutturulması, 7 milyon göçmenin Türkiye’ye gelişinden sorumlu olan AKP’nin önünde 7 kişi olsun protesto yapılmayıp, göçmenlere saldırı düzenlenmesi rejimin elini rahatlatan şeyler.
Rejime yönelmeyen öfke rejimi güçlendiriyor. Saray Rejimi, savaş ve talan rejimi olduğunu ve onu geriletmeden hiçbir sorunun çözülmeyeceğini a-priori olarak kabul etmeliyiz. “Kürtler orman yaktı, Suriyeliler denize girdi, Afganlar boğazımızı kesecek…” vb. ırkçı söylemlerin rejimin ömrünü uzattığını bilmek, söylem ve eylemi cerahatin kaynağına yani rejime yöneltmek en doğru tavır olacaktır.