Ferhat Çelik/İstanbul
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Türkiye’de yaşanan ekonomik krizi, bu krizin işçi ve emekçilere yansımasının ne olduğunu, kıdem tazminatının fona devredilmesi tartışmalarını ve DİSK’in bunlara karşı çözüm önerilerini anlattı. Türkiye’de yaşanan ekonomik krizin tesadüfen ortaya çıkmadığını belirten Çerkezoğlu, krizin 16 yıllık AKP iktidarının uygulamış olduğu politikaların bir sonucu olduğunu söyledi. Krizin emekçinin sırtına yıkılmasına karşı mücadelenin sadece bir ekonomik mücadele olmadığını ifade eden Çerkezoğlu, bunun aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi olduğunu belirtti.İşte Çerkezoğlu’nun yanıtları…
24 Haziran seçimleri sonrası iktidar 100 günlük icraat programını açıkladı. Akabinde de orta vadeli Yeni Ekonomi Programı (YEP) açıklandı. Bu krizi ve iktidarın çözüm olarak sunduğu paketleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
24 Haziran seçimleri Türkiye açısından önemli bir seçim süreciydi. Türkiye’de rejimin değiştiği, tüm yetkilerin bir kişide toplandığı, tek adam rejimine geçişin köşe taşlarından biriydi. 16 yıldır bu ülkeyi AKP hükümeti yönetiyor. 16 yıllık AKP döneminde işçi haklarından yaşam koşullarına, çalışma saatlerinden milli gelirden aldığımız paya, ücretlerimizin durumundan asgari ücretin seyrine, iş cinayetlerindeki tablodan, taşeronlaştırmaya kadar bütün verilerle birlikte gördük ki geriye gitmiş. O nedenle biz 24 Haziran seçimlerinden tüm işçilere bu politikalara ‘dur’ denmesi gerektiği yönünde çağrı yaptık. 24 Haziran seçimleri sonrasında yetkiyi alan AKP ve AKP başkanı Erdoğan ilk başta 100 günlük bir program açıkladı. Ardından da Hazine ve Maliye Bakanı Yeni Ekonomik Model programını açıkladı. Hazine ve Maliye Bakanı’nın açıkladığı yeni programda da Türkiye’nin içerisine girdiği bu derin ekonomik krizin çözümüne ilişkin herhangi bir önerileri olmadı. Bu krize yaklaşımları bu krizin faturasını işçiye, emekçiye, bu ülkenin yüzde 99’una kesmek yönünde bir politikaları olduğunu açıkça ilan etmiş oldular. Şimdi de 2019 Cumhurbaşkanlığı programı yayınlandı. Orada da aynı politikaların devam ettiğini görüyoruz.
Bugün Türkiye büyük bir ekonomik krizin içerisine girmiş durumda. Ama öncelikle şunun altını çizmek isterim ki bu kriz tesadüfen ortaya çıkmış değil. Bu kriz yıllardır bu ülkeyi yöneten iktidarların özellikle 16 yıllık AKP iktidarının uygulamış olduğu politikaların bir sonucu olarak ortaya çıktı. Yıllardır ülkeyi özelleştirmelerden tarımın çökertilmesine kadar aslında iğneden ipliğe dışa bağımlı hale getirenler, yıllardır dışarıdan ucuz para akışına dayalı yani borca dayalı bir ekonomik model ve aldığı borcuda üretime değil betona gömen, üretimi değil tüketimi artıran bu ekonomik politikaların ortaya çıkarttığı bir sonucu yaşıyoruz. Görüyoruz ki hem Cumhurbaşkanının 100 günlük programda hem Yeni Ekonomik Program’da hem de Cumhurbaşkanının 2019 programında krizin temel yapısal nedenleri ortadan kaldıracak politikaları yok. Krizin faturasını İktidar ve etrafında bulunan yüzde 1’lik sermaye sınıfına değil, işçiye, emekçiye Türkiye’de emeğiyle yaşayan herkese ödetme yönünde politikaları var.
Siz de ‘Faturaların emekçilere kesilmesine izin vermeyeceğiz’ dediniz. Bu konuda neler yapmayı planlıyorsunuz?
Şu anda bu krize karşı mücadele sadece bir ekonomik mücadele ya da ekonomik haklarla ilgili bir mücadele değil. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu derin ekonomik krize karşı mücadele aynı zamanda bir demokrasi mücadelesidir. Bugün bu krizden çıkış için hiçbir planı olmayan bu iktidar ve bu yönetme anlayışıyla yani hukukun ayaklar altına alındığı, bütün demokratik mekanizmaların askıya alındığı bu sistem bu krizi daha da derinleştiriyor. O yüzden biz DİSK olarak hep şunu söyleriz: Demokrasi işçinin ekmeğidir. Demokrasinin olmadığı yerde emeğin hakları olmaz. Şu çok açıktır ki yaşanan kriz yapılan tercihlerden kaynaklanıyor ama savaş politikalarındaki ısrardan dış politikadaki birçok gelişmeye kadar bu krizi etkileyen faktörlerdir. Şimdi biz ne yapmayı düşünüyoruz? Biz bu krizin bedelini ödemeyeceğiz, bu krizi biz yaratmadık, yaratmadığımız bir krizin bize kesilmesine karşı mücadele edeceğiz diyoruz.
Erdoğan sürekli çıkıp IMF’ye borcumuz yok diyor ama bugün Türkiye en borçlu dönemlerinden birini yaşıyor. Türkiye’nin 467 milyar dolar dış borcu var. Bu borcun üçte ikisinin bankaların ve sermayenin borcu. Ama bu arada çıkıp bu borç 81 milyonun borcu diyorlar. ‘Hayır, bu borç özel sektörün borcu, işçi sınıfı borçlu değil alacaklıdır’ diyoruz. Bunun için de başta DİSK olarak ve birlikte mücadele yürüttüğümüz KESK, TMMOB, TTB olmak üzere bu ülkedeki bütün demokrasi güçleriyle birlikte bu krizin bedelini ödememek için mücadele programını önümüze koyduk. Bu deklarasyonun altında 80’in özerinde kurumun imzası var. Krizin faturasının bize kesilmesine karşı kent kent, sokak kokak, meydan meydan, işyeri işyeri gezerek işçileri örgütlüyoruz. O açıdan da bu deklarasyonun altında imzası olan bütün kurumlarla birlikte Türkiye’de bir mücadeleyi örgütlüyoruz. Bu anlamda 4 tane temel taleple bu mücadeleyi yürütüyoruz.
Nedir bu talepler?
Birincisi: Ekim ayı enflasyon rakamları açıklandı. Rakam 25,24’tü. Yani Türkiye yeniden yüksek enflasyon dönemine girdi. Bunun arkasında ekonomide bir durağanlık dönemine gireceği çok açık. Dolayısıyla bu süreçte enflasyon karşısında başta asgari ücret olmak üzere bütün ücretlerin güncellenmesi ve artırılması gerektiğini söylüyoruz. Emekli aylıklarının yine enflasyon karşısında güncellenmesi gerektiğini söylüyoruz.
İkincisi: Çok fazla iflas ve konkordato haberleri gelmeye başladı. Türkiye’de bugün her evde bir üniversite mezunu işsiz var. Böylesi bir dönemde krizi fırsata çevirecek işverene karşı toplu işten çıkartmaların yasaklanması gerektiği ve bununla ilgili mecliste bir yasal düzenleme istiyoruz. İşsizlik sigortasındaki paranın da amacı dışında kullanımına son verilmesi ve işsizlik sigortasından yararlanma koşullarının kolaylaştırılmasını, sürenin ve miktarın artırılmasını istiyoruz.
Üçüncüsü: Dünyanın en adaletsiz vergisi Türkiye’de. Yani devletin tüm vergi gelirlerinin büyük yükü işçinin emekçinin üzerinde. Dolayısıyla adil bir vergi sistemi istiyoruz. Yani az kazanandan az çok kazanandan çok vergi alınmasını istiyoruz.
Dördüncüsü: Enflasyon da onların gündeminde tabi. ‘Enflasyonla topyekün mücadele programını’ açıkladılar. Enflasyonu ortadan kaldıracak gerçek adımlardan hiçbir tanesi yok. Böyle bir ortamda zaten ilerleme mümkün değil. Madem enflasyonla mücadele edeceğiz devlet de üzerine düşeni yapmalı. Temel kamusal hizmetleri, elektrik, su, doğalgaz gibi yapılan zamlar geri alınsın ve yeniden zam yapılmasın diyoruz.
İktidar enflasyonla mücadele programını açıklamasına rağmen bu kötü gidiş için kriz kelimesini kullanmaktan kaçınıyor. Bunu nasıl yorumlamak gerekir?
Ülkeyi yönetenlere bakılırsa zaten ‘kriz mriz yok.’ Yaşadığımız bu ekonomik krizin ‘psikolojik’ olduğunu iddia ediyorlar. Ama biz her gün manava, pazara gittiğimizde, elektrik ve su faturası geldiğinde kriz var mı yok mu, psikolojik mi değil mi görüyoruz. Dolayısıyla yaşanan sürecin adını doğru koymak lazım. Bu bir ekonomik krizdir. Bu krizin arkasında daha da olumsuz tabloların gelmesi çok açık. Krizin ilk büyük göstergesi zaten enflasyondaki artış oldu. Enflasyonla mücadele programını açıkladılar ama enflasyonla mücadele programında bu enflasyonu yaratan politikalara dönük hiçbir değişim yok. Yani üretimi artıracak herhangi bir politika yok. İşsizliği çözmek adına herhangi bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla şuanda enflasyonla mücadele dedikleri şey göstermelik ürünlerdeki fiyat düşüşlerinden ibaret. Böyle enflasyonla mücadele edilmeyeceği çok açık. Enflasyondaki rakamlar AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yılların başına dönmüş durumda. Son 15 yılın zirve enflasyonu. Eğer bu süreç doğru kavranmazsa adı doğru konmaz ve temel yapısal sorunlara dair adım atılmazsa ne krizin ortadan kalkması mümkün olur ne de enflasyonu aşağı çekmek mümkün olur.
İşçilerin kıdem tazminatı hükümet tarafından fona devredilmek isteniyor. Daha önceki konuşmalarınızda ‘kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir’ dediniz. DİSK olarak bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Kıdem tazminatı tartışması sadece mali bir mesele değil. Kıdem tazminatı bizim işçiler olarak en önemli iş dayanaklarımızdan bir tanesidir. Kıdem tazminatı aslında şudur: Biz bir iş yerinde yıllarca çalışırız. O iş yerinde çalışırken başımıza bir iş gelirse, işsiz kalırsak, işten çıkarılırsak bize bir güvence olsun diye işverende beklettiğimiz 13. ay ücretimizdir. Dolayısıyla kıdem tazminatı bir işveren sorumluluğudur. Bunu bir işveren sorumluluğu olmaktan çıkartıp bir bireysel fona devrederseniz bu zaten bir kıdem tazminatı olmaz. Eğer kıdem tazminatı fona devredilirse işçilerin işten çıkarılması daha da kolaylaşacaktır. Bu nedenle ‘Kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir’ derken öncelikle bunun altını çiziyoruz. Bu konu yeni bir mesele değil. Kırk küsur yıldır defalarca siyasi iktidarların gündeme getirdiği bir konu. Bu tartışma birçok ekonomi bakanı eskitti. Bu bizim için bitmiş bir tartışma.
İktidarın kıdem tazminatı defterini yeniden açması, bitmiş bir tartışmayı yeniden başlatmasını doğru bulmuyoruz. Bir işçi ile işverenin mutabakatında söz ediyorlar. Böyle bir mutabakat yok. Biz konfederasyonlar, sendikalar olarak kıdem tazminatının fona devredilmesi konusunda bir mutabakatımız yok. Böyle bir onay da söz konusu değildir. Eğer yeni sistemde anayasayı bay pas ederek bir gece yarısı kararnamesiyle kıdem tazminatı fona devredilirse bunun iktidar açısından çok önemli siyasi sonuçları olacaktır. Dolayısıyla kıdem tazminatı konusu bizim için bitmiş bir tartışmadır. Kıdem tazminatının fona devredilmesi girişimine karşı dün olduğu gibi bugün de yarın da sonuna kadar savunacağız.
Son olarak dünyada ve Türkiye’de işçilerin sendikalaşması üzerine sermaye ve iktidarlar tarafından ciddi bir saldırı var. Bu konuda DİSK’in çözüm önerileri nelerdir?
Hem dünyada hem de Türkiye’de sendikalaşma oranı gittikçe düşüyor. İşçilerin sendikal hakları tehdit altında. Ama biz Türkiye’de bunun en ağır biçimini yaşıyoruz. Uluslararası konfederasyonun her yıl yayınladığı sendikal haklar endeksine göre Türkiye sendikal haklar konusunda dünyada en kötü on ülkeden bir tanesi. Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde neoliberal politikalar diye kapitalizmin krizine çözüm olarak sunulan politikaların temel hedefi işçilerin örgütlenmesine ve sendikalaşmasını engellemek üzerine kurulu. Örneğin taşeron çalıştırma, güvencesiz çalıştırma, esnek çalıştırma biçimleri bütün dünyada yaygınlaşıyor. Yarı zamanlı, kısmi zamanlı, evde kayıt dışı çalışmanın bu kadar yaygınlaşması o nedenle tesadüf değildir.
Bugün sermaye tüm dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve sendikasızlaşması üzerine bir strateji inşa etmeye çalışıyorlar. İşçi sınıfı nicel ve nitel olarak büyüdü. Bu niteliksel değişimi de göz önünde alan yeni örgütlenme biçimleri, örgütlenme dinamikleri üzerinden sendikal hareketin de kuşkusuz kendini yenilemesi ve bu yeni sürece uygun araçlar, politikalar, stratejiler kurması lazım. Biz DİSK olarak bu hak kaybına karşı mücadele ederken aynı zamanda da bütün işçilere sendikalı olması yönünde çağrılarımızı sürdürüyoruz.