Emperyalist merkezde neo-faşizmin ikinci kuşak partileri artık iktidar adayı (Trump’ın da bir neo-faşist figür olup olmadığı tartışılıyor). Yeni sömürgeler dünyasında Filipinler’de, Hindistan’da, Türkiye’de ve Brezilya’da yeni (bu ülkelerde daha önce görülmemiş) tipte faşist iktidarlar birbirini izliyor.
Faşizm, emperyalizmin her bir bunalım döneminde ve emperyalist kapitalist zincirin her bir halkasında var olmayı başaran bir siyasi akım ve devlet biçimi olarak 21.yy’ın da bir parçası oldu. Bu yüzden, burjuva tarih yazımı ve siyaset doktrinin faşizmi, iki dünya savaşı arasındaki döneme özgü, akıl dışı bir aşırılık ve olağandışı bir yönetim biçimi olarak gösterme çabası da bu çabaya “doktriner” soldan verilen destek de artık kabak tadı verdi. Faşizmin, tekelci kapitalizm çağının ana akımlarından biri olduğu artık su götürmüyor.
Tıpkı emperyalizm gibi, faşizmle özdeş kabul edilen birçok unsur da, faşizm ortaya çıkmadan çok önce ortaya çıkmıştı. Şovenizm, ırkçılık, militarizm, irrasyonalizm, devlet terörü, heteroseksizm, başbuğculuk vb. Ama siyasi gericiliğin devlet olarak örgütlenmesinin somut bir biçimi olarak faşizm, ancak tarihin belirli bir döneminde, kapitalizmin, finans kapital egemenliği ile tanımlanan tekelci evresinde dünyanın bütün coğrafyalarında, kapitalist zincirin bütün halkalarında ortaya çıkabilen, siyasi hayatı şu ya da bu ölçekte etkileyebilen genel ve sürekli bir siyasi olgu haline geldi.
Tekelci sermaye egemenliğinin siyasi gericiliğin sürekli bir kaynağı olduğu, emperyalizm çağına girilir girilmez anlaşılmıştı. Faşizmin bir siyasi gericilik hükümetine indirgenemeyeceği, burjuva devletin (siyasi gericilik temeli üzerinde biçimlendirilmiş) yeni bir biçimi olduğu ise İtalya’dan sonra Almanya’da da kendi devletini kurduğunda görülebildi.
Bu yeni devlet biçiminin “tekelci sermayenin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurları”nın, koltuğu altında gelişen bir karşı devrim hareketi olduğu da aynı sıralarda anlaşıldı.
Yani faşizm istisnai ve yerel koşullarda ortaya çıkmış olmasına karşın istisnai ve yerel bir siyasi olgu olarak kalmadı. Bir tekelci sermaye siyaseti olarak, ortaya çıktığı andan itibaren kendisine müesses nizam (kurulu düzen) içinde yer buldu.
Almanya ve İtalya’nın 2. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi, faşizmin dünya hegemonyası tehdidini çökertti ama faşizmi Avrupa’da bile tarih sahnesinden silmedi. İspanya’da ve Portekiz’de faşizm ABD’nin koltuğu altında varlığını sürdürdü. ABD emperyalizmi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, klasik sömürge imparatorluklarının sömürgelerini kendi yeni sömürgelerine dönüştürürken faşizmden yararlandı. Meksika, Brezilya, Venezuela, Uruguay, Paraguay, Arjantin, Endonezya, Filipinler, Şili, İran, Türkiye, Pakistan ve daha birçok ülkeyi içine alan “yeni sömürgecilik sistemi”nde hepsi yerel siyasi gericiliklerinin renklerini taşıyan sömürgesel faşizmler sahneyi kapladı. ABD merkezli bu yeni faşizm, yerli sömürücü sınıflara dayanarak sömürge devrimlerinin önüne geçmeyi amaçlayan uluslararası bir karşı-devrim hareketinin ürünüydü. Bu hareketin yerel inisiyatif merkezleri, emperyalist komuta merkezlerine bağlı kontrgerilla aygıtlarıydı. Bu kontrgerilla aygıtları merkezinde oldukları sömürge ordularının siyasi aklını oluşturuyor ve bu orduları emperyalizmin “gizli işgal” orduları haline getiriyorlardı. Bu yüzden yeni sömürgelerde faşizmin kaynağı emperyalizmin gizli işgaliydi.
Klasik sömürgecilik sisteminin çöküşünden kaynaklanan devrimci dalganın (ulusal kurtuluş hareketleri) geri çekilmesi, yeni sömürgelerdeki devrimci girişimlerin ve kitlesel sol kalkışmaların yenilgiye uğratılması, Avrupa işçi ve öğrenci hareketinin kontrol altına alınması, Çin’in ABD’ye yedeklenmesi, SSCB’nin dağılması sonrasında kapitalist dünya sistemi neo-liberalizm ve emperyalist egemenliğin küreselleşmesiyle tanımlanan yeni bir döneme girdi. Bu yeni dönemde tekelci sermayenin bir ana akımı olarak faşizm de yenilendi.
Gelişmiş kapitalist merkezlerde, bu merkezlere yeni katılan eski sosyalist ülkelerde, neoliberal yeni sömürgecilik politikalarının devasa toplumsal dönüşümlere yol açtığı “eski” yeni sömürgelerde siyasi gericilik geniş yeniden üretim kanalları buldu. Yani önce siyasi gericilik yenilendi.
Faşizmin Avrupa’da, yabancı ve göçmen düşmanlığı üzerinden örgütlenen neonazi hareketlerden başlayarak günümüz Almanya’sında, Avusturya’sında, İtalya’sında, Yunanistan’ında hatta İsveç’indeki ciddi siyasi aktörler haline gelen faşist parti ve hareketlere uzanan gelişme çizgisinin arkasında siyasi gericiliğin bu yenilenmesi var. Yeni siyasi gericiliğin bu yükselişinin Avrupa Birliği’nin bugünkü siyasi krizine yanıt olarak geliştiğini ve Avrupa tekelci sermayesinin genişçe bir kesiminde karşılık bulduğunu düşünürsek, faşizmi Avrupa için gerçek bir tehlike haline getirdiğini de söyleyebiliriz.
Benzer bir biçimde “gelişmiş” yeni sömürge ülkelerde yerel gericiliklerin renklerine boyalı “yerli ve milli” liderlikli yeni faşist iktidarların kazandığı bugünkü yaygınlığı da tesadüfi bir şey olarak kabul etmek de mümkün değil. Bu olguyu, neoliberal yeni sömürge kapitalizmlerinin ve emperyalist egemenliği küreselleştirme hareketlerinin ürettiği krizlere verilmiş bir sermaye yanıtı olarak kavramak mümkün.
Faşizmi yakın tarihin sürekli bir karşı devrim formu olarak incelediğimizde ilginç bir sonuçla yüzleşiyoruz: Faşizmin daha önceki yükselişleri uluslararası devrimci hareketin iki yükseliş dönemine karşılık gelen karşı-devrimci sermaye yanıtları olarak şekillendi. Eski tip çok uluslu devletlerin krizinden doğan Avrupa Devrimi dalgası ile birlikte İtalyan ve Alman faşizmleri, Klasik Sömürge İmparatorlukları’nın dağılması sürecine damgasını vuran Ulusal Kurtuluş Savaşları ile birlikte Latin Amerika ve Uzak Asya’daki Amerikancı darbeler.
Bugünkü faşizmler ise bir devrimci dalgayı izlemiyor. Tam tersine bugünün faşizmleri neoliberalizme ve sömürgesel genişleme hareketlerine işçi sınıflarının ve ezilen halkların devrimci yanıtlar üretemediği bir uzun kriz dönemi içerisinde gelişiyorlar ve iktidara uzanıyorlar.