Gelir dağılımındaki adaletsizlik büyüdükçe,
yoksulluk arttıkça,
işsizlik çoğaldıkça,
bilimsellikten uzaklaşıldıkça,
sömürü sistemi kurumsallaştıkça,
cezaevleri siyasi tutsaklarla doldukça,
yolsuzluk, hukuksuzluk, mafya, oligarklar, çeteler ve tüm bunların siyaseti, örgütlü kötülüğün merkezine yerleşir. Militarizm güçlendirilir, polisle devlet özdeş hale gelir. Adaletsizliğin yerini de otoriter rejimin şiddeti alır.
Devlet adaletin neresinde oturuyor?
Ülkemizde cumhuriyet ile demokrasiyi hiçbir zaman buluşturamadık. Devlet kapitalizmin en vahşi düzenine sıkı sıkıya bağlılığını hiç terk etmedi. Demokratik talepler hiçbir zaman anayasal güvenceye alınamadı. Üstüne üstlük çarpık kapitalizmin çarpık kentleri fay hatlarına kuruldu. Böylece sözde yenidünya düzeniyle uyumlu inşa edilen bir ülke olduk.
Sağ popülist politikalar lüks süit odalarda üretilir. Bin odalı saray da yeni rejimin şimdiki karargâhıdır. Otorite, devleti sarayın çapı kadar küçük bir merkeze dönüştürürken militer yapılanma ile güvenlikçi gücünü alabildiğince büyütmüştür.
Gelinen aşamada da toplumsal dayanışma, kamu yararı, yerel demokrasi, parlamento gibi demokrasinin dayanağı olan kavramlar içi boşaltılarak enikonu belirsizleştirilmiş durumdadır.
Rejimin çamuru sağanak altında!
6 Şubat depreminde “otorite”nin en korktuğu olay başına geldi. Açığa çıkan toplumsal, hatta küresel dayanışma, “beka”ya, ırkçılığa ve faşizme ait olan bütün argümanları yerle bir etti.
Düşman ilan edilen bütün ülkelerden sivil inisiyatifler, dil, din, ırk farkı gözetmeksizin deprem bölgelerine koştu. Ortaya çıkan hakikat, halkların kardeşliği ve toplumsal yardımlaşmayla “milliyetçiliğin ayaklar altına alınması” oldu. İçi boş beka söylemi ve otoritenin çamurunu “dayanışma” barış sağanağı altında bıraktı.
Asabı bozulan otorite de dalga dalga yayılan toplumsal dayanışmanın yanında hiçbir anlamı ifade etmeyen yağmalama ve güvenlik bahanesi ile OHAL ilan etmeyi kendi çıkarı için tek çare olarak gördü.
Toplumsal dayanışmanın sivil demokratik kurumlar ve inisiyatiflere yasak olmasının arkasındaki gerçek, muktedirin sarsıntısıdır. Rejimin bu konuda aldığı katı kural ve yasaklama, halkların kardeşliğine ve toplumsal dayanışmaya karşı politik, siyasi bir tercihtir.
İstanbul’u sokak sokak örgütleyecek komiteler kurma siyasetinde birleşmeliyiz!
Yeniden gündeme gelen İstanbul depremi tartışmaları seçim sürecinin önemli gündemi olmak zorunda. Doğadan yana demokratik siyaset, asıl kendi yerine “rantçı otoriter” politikaları enkaz altında bırakmalı. Halkın yaşam alanlarını kentsel dönüşüm adı altında gasp etmek isteyen zihniyetle hesaplaşmak zorundayız. Bu siyasi hesaplaşma ancak çok kimlikli, çok kültürlü, güvenli kentlerle kardeşçe bir arada yaşama hakkını kazanmakla olacak. Bu yüzden İstanbul’u sokak sokak örgütleyerek demokratik mahalleler ve güvenli konutlar için komiteler kurma siyasetinde birleşmeye ihtiyacımız var. Güvenli kentlerde yeni bir yaşamın nüvelerini kurmak için muhalif siyaseti büyütmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Şimdi, egemen siyasetçilerin çelişkileri arasına sıkışmış kitlelere başka bir siyasetin, başka bir yolun olduğunu anlatmak için harekete geçme zamanı.
Barış sözcüğünü kirletme hadsizliği
Barış sözcüğüne alerjisi olan otorite, imar barışı adı altında halkın oturduğu evine karşılık tüm birikimini istismar ederek para toplarken diğer taraftan inşaat sektöründe büyük şirketler aklanmış durumda. İnsan yaşamını para toplamaya tercih eden zihniyet barış sözcüğünü kirletmek hadsizliğini böylece bu ülkeye yaşatmıştır. 6 Şubat Maraş merkezli yapızede katliamının ve olası İstanbul depremi ile işlenecek cinayetin belgesi, 2018 yılında Resmî Gazete’de bile yayınlanmıştır.
En temel hak olan yaşamak hakkının doğal afet bahanesiyle elinden alınanların “yaşam üçgenine” mahkûm edildiği bu ülkede seçimler, yaşanan depremle birlikte sayısı dahi bilinemeyen on binlerce canlının ölümünden sorumlu siyasetten hesap sorma eylemine dönüşmelidir.
Unutmayalım, birlikte ama “hep birlikte yaşam” için mücadelemiz ancak yaşayabilirsek devam edecek.